12 Mart ve İflas eden Paradigmalar

Hacı Hüseyin Kılınç

Dün 12 Mart’tı; demek üzerinden 50 yıl geçmiş. Bu yazı dizisinde ilk önce bazı yöntem sorunlarına değineceğiz. Diğer yazılarda ise 12 Mart’ı hazırlayan koşullar ve yarattığı sonuçlar üzerine odaklanacağız. Türkiye’de etkilerini daha yeni yitirmeye başlayan liberal tarih teorisi askeri müdahalelerin tamamını toptancı bir değerlendirmeye tabi tutarak darbeler arasındaki niteliksel farklılıkları önemsizleştirir.

Bu tarih teorisi hem Osmanlı hem Cumhuriyet dönemi tarihini kesintisiz biçimde aynı kalıplar içerisinde değerlendirir. Buna göre siyasetin merkezini oluşturan bazı güçler vardır ve ellerine geçirdikleri araçlarla burasını sıkıca kontrol ederler. Merkezden  kasıt ise sadece temsil ilişkilerinden ibaret olmayıp bizatihi devletin kendisidir. Osmanlı’da seyfiye ve ilmiye sınıfından ibaret olan bu güçler Cumhuriyet’le birlikte askerler ve onların bürokrasideki diğer bağlaşıklarına dönüşmüştür.

Yine bu teoriye göre merkezin karşısında bir çevre vardır ve halk sınıflarından oluşmaktadır. Osmanlı’da çevre kendisini daha çok dini muhalefet olarak göstermiş ve itirazlarını, hoşnutsuzluklarını tarikat ve cemaatler üzerinden ifade etmiştir. Cumhuriyet dönemini de doğrusal biçimde içine alan bu görüşlere göre aynı yapılar bu dönemde de etkinliklerini göstermeye devam ederek merkez sağ siyasal yapılarla bütünleşmişlerdir. Merkez statükoyu, iktidarı , durgunluğu ve  kastvari bir oluşumu temsil ederken çevre dinamizmi, muhalefeti ve çoğunluğu oluşturur. Siyaset alanının sınırlarının genişlemesi, demokrasinin yerleşikleşmesi ancak çevrenin çabalarıyla mümkün olur. 

İşte darbelerde çevresel güçlerin gelişimini, siyasi merkezi eline geçirmesini kabullenemeyen bu kesimlerin eseridir. Merkez güçleri askerler temsil ettiği için bu kesimler çevreyi temsil eden siyasi iktidarlarla devletin paylaşımı konusunda anlaşmazlığa düşerler ve ellerindeki silahlı güçlerle dönemsel olarak iktidara el koyarlar. Dolayısıyla askerler sivil hükümetlerle iktidarı paylaşmak istemezler. Kendi zümresel çıkarları tehlikeye düştüğü an bağlaşıkları ile birlikte harekete geçerek darbe yaparlar. 

Tez kabaca böyle özetlenebilir. Bu tez kendisine kuramsal dayanaklar bulmak için geç Osmanlı’yı ve erken Cumhuriyeti kerteriz alır. Şu bahsettiğimiz tüm gelişmelerin dayanakları, gerekçeleri bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır. İttihatçıların yarattığı siyasi kültür erken Cumhuriyet’de devleti tam anlamıyla kontrol etmeye başlamış ve sonrasında ise askerler ve özellikle CHP tarafından devralınmıştır. 

Görüleceği üzere bu tez doğrusal bir tarih okumasına sahiptir. Devlet  merkezli bir tarih okumasıyla karşı karşıyayızdır. Toplumun kuruluşu devlet üzerinden gerçekleşmekte ve sosyal formasyonda başka bir kesime özne rolü yüklenmemektedir. Bu teoride sınıflara ve sınıf mücadelesine yer yoktur. Devletin kendisinin de sınıflarla ve çıkarlarıyla bir ilgisi bulunmamaktadır. Devlete neredeyse tarih aşırı ve aşkın bir anlam yüklendiğinden  bu görüş içinde  kalınarak yaşanılan gelişmeleri kendi somut bütünselliği içinde değerlendirme fırsatını asla yakalayamayız. 

Bu bürokratik zümre siyasetçilere niçin güvenmemektedir. Merkezi oluşturan güçler iktidarlarını büyük bir kıskançlık içerisinde neden paylaşmak istemezler cevabı verilemeyen sorulardır bunlar. Çevreye  ontolojik olarak demokratikleşmeyi gerçekleştirme rolü neden biçilmektedir. Çevreyi temsilen iktidara gelenlerde tıpkı merkezi bürokratik unsurlar gibi demokrasiden uzaklaşmaya başladıklarında, iktidarları despotizme doğru sürüklenip hukuku çiğnemeye başladığında teori tuzla buz olmaktadır. 

12 Eylül sonrasında özellikle yenilgi ortamının da etkisiyle ilk alıcılarını sol kesimlerde bulan bu görüşler Özal döneminde oldukça yaygınlaştıktan sonra AKP iktidarlarında entelektüel mecralarda hegemonyasını kurmuştu neredeyse. Türkiye tarihinin tek parti dönemi sonrasında yaşanılan evreleri paranteze alınıyor ve her gelişme bu dönemle sınırlandırılarak anlamlandırılıyordu. Türkiye’nin soğuk savaşa girişinin, NATO ve emperyalist merkezlerle daha ileri düzeydeki bütünleşmesinin, kentlere akan yoksul ve yoksun kesimlerin yarattığı sınıfsal sorunların, 60’lı yıllarda dünya üzerinde esen sol rüzgarların, solun yükselişini önlemek için kurulan MC’lerin, 70’li yılların iç savaş ortamının, devlet tarafından kullanılan paramiliter faşist yapıların tarihin biçimlenişindeki rolü adeta unutturulmaya çalışılıyordu. 

Türkiye modern tarihinde sınıf kavgalarını yaşamamış, bunların askeri darbeler üzerinde hiç etkisi bulunmamış, devletin egemen sınıflarla hiçbir bağı olmamış, bu sınıflar devlete daha derinden nüfuz etmek için hem kendi içlerinde hem de ezilen sınıflarla yoğun kavgalar yaşamamış ve darbelerde bu kesimlerin rolü hiç olmamış gibi bir tarih anlatısı inşa edildi.

Bu inşada akademisyenler, entelektüeller ve aydınlar Türkiye tarihini açıklayacak bir çerçeve oluştururken tek parti dönemine kilitlenip kaldılar. Neredeyse bir paradigma oluştu, modern Türkiye tarihinin ana dinamikleri bu dönemde oluşmuştu ve diğerleri önemsizdi. 

Çevre güçlerinin en has sözcüsü, “ otantik burjuva devriminin temsilcisi “ AKP şimdi üzerindeki bütün yaldızlı örtülerden sıyrılırken bu tarih teorisi ile hesaplaşmanın da vakti gelmiştir. Türkiye tarihini bu paradigmanın çarpık anlatısından kurtarmanın zamanı geçmiştir bile. Bugünü anlamak için sadece İttihatçılara ve tek parti dönemine müracaat etmek aslında hiçbir şey söylememek demektir. Sağın günahlarını konuşmadan, onun soğuk savaş dosyasını açmadan, genel olarak sermayenin darbelerdeki rolünü teşhis etmeden özgürlükçü ve eşitlikçi bir geleceği kurabilmemiz mümkün değildir. AKP ile hesaplaşırken tüm bu tarih ile de yüzleşmesini bilenler ancak geleceği kurabilirler.