Türkiye'nin geleneksel orta sınıflarına, çağdaş yaşamcılarına, dünyayı ve Türkiye'yi Sözcü ve Halk TV izleyerek anlamaya çalışanlara bir soru sorsanız ve deseniz ki 'Türkiye'nin en kötü zamanları hangisidir', hiç şaşmaz biçimde size AKP iktidarının olduğu yılları söyleyeceklerine emin olabilirsiniz. Ve hatta bu cevabı verenlerin önemli bir kısmı AKP öncesi yıllara derin bir nostalji beslediklediklerini, özlem duyduklarını söyleyeceklerdir. Liderlerin aralarında sert tartışmalar olsa da karşılıklı nezaketi elden bırakmadıklarını, birbirlerine sayın sıfatını kullanmadan seslenmediklerini sitayişle anlatacak ve iç geçirecektir. Bu durum bu sınıfların nasıl derin bir unutkanlıkla malul olduklarını, bugünün tohumlarının daha o günden atıldığını, bugünün cehenneminin taşlarının daha o günden örülmeye başladığını göremeyecek kadar kafasını kuma gömmüş, Türkiye'nin sosyal mücadeleler tarihini anlamaktan tümüyle yoksun bir bakış olacaktır. Belki cevap verenler arasından 12 Eylül'ün gadrine uğramış, işkence tezgahlarından geçmiş, uzun yıllar cezaevinde kalmış olanlar bile çıkacaktır. Türkiye toplumunun son yüz yılını anlamaya çalışan birisi aldığı cevaplar karşısında şaşkınlığa uğrayacak ve bir toplumun bu kadar değişmiş olması karşısında hayrete düşecektir. 12 Eylül'ün gerçek başarısı belki de bu cevaplarda saklıdır.
12 Eylül kendinden önceki tarih ile sonrası arasında adeta bir milat oluşturmuş, bir toplumun duyuş, düşünüş ve algılayış tarzını kökten değiştirmiştir. Tüm topluma bir amnezi yaşatarak kendinden önceki tarihi sıfırlatmış, geçmişi kötülemiş ve bilinçleri dumura uğratmıştır. İyi niyetli okura bugün yaşadıklarımızın önemsiz şeyler olduğunu söylemediğimizi zorunlu olarak hatırlatmak isteriz. Ama iyi niyetli ve uyanık okurun dikkatini çekmek için böyle bir yönteme başvurduğumuzu da söyleyelim. Cumhuriyet tarihinin bir bilançosu çıkarılacak olursa eğer, gerçek kırılmanın, kopuşun ve bugün yaşadıklarımızın temellerinin 12 Eylül'le birlikte atıldığını söylemeden geçmeyelim. Bugün yaşadıklarımızın, devletin siyasal İslamcılığa tesliminin koşulları bu dönemde oluşturuldu. Görece örgütlü, hak arama bilinci yüksek, aydınlarının kendini toplumlarına karşı sorumlu ve angaje hissettikleri, gençliğinin idealist ve tam bir genç gibi davrandığı yani çıkarsız, fedakar ve özverili olduğu, çalışanının dinsel bir tevekküle rıza göstermediği ve hak aramaktan çekinmediği, zenginliğin, şımarıklığın değil sadeliğin ve onurun kıymetli olduğu bir yerden bencillikler çağına 12 Eylül ile adım atıldı.
Bu köklü hesaplaşmayı beceremediğimiz sürece 12 Eylül'le birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Bu hesaplaşma ancak 12 Eylül öncesinin bütün yanılsamalardan uzaklaşarak nesnel bir değerlendirmesi ile mümkün olacaktır. 12 Eylül ile hesaplaşmayan sadece geniş kitleler, halk yığınları veya toplumun kendisi değildir. Bir devrimin eşiğine gelmiş ve devrim için her tür fedakarlığı yapmayı üstlenmiş yapılarda hala 12 Eylül ile hesaplaşamamış ve işte bu nedenle aradan 45 yıl geçmiş olmasına rağmen bellerini hala doğrultamamışlardır. 12 Eylül yalnızca klasik bir darbe olmayıp, amacını rayından çıkan düzeni yeniden rayına oturtmak ile sınırlamamıştır. 12 Eylül bunların çok daha ötesinde ve ilerisinde hedefler gütmüş ve bu hedeflerine adım adım ulaşmıştır. Kısaca bir çağı kapatmış yeni bir çağı başlatmıştır. Toplumun bütün ilerici birikimini hedef almış, bu birikimi yok etmek için elinden geleni yapmıştır.
12 Eylül sağ ve sol liberallerin uyduruk tarih tezlerinde iddia ettikleri gibi bürokrasinin ama özellikle askeri bürokrasinin yönetme hırsından ve alışkanlıklarından kaynaklı bir darbe değildir. Silahlı kuvvetler bütün bir düzen adına darbeyi yapmış ve önceki düzeni adeta bir ancien regime haline getirmişdir. Bundan en ziyadesiyle memnun olanlar ise sermaye sınıfıdır. Bunlar içinde en örgütlü, en bilinçli olan ve 12 Marttan hemen önce kurulan, İstanbul büyük sermayesinin tüm büyük ailelerini bünyesinde toplayan Tüsiad hem öncesinde hem de sonrasında darbenin yanında durmuş, darbecilere personel vermiş ve akıl hocalığı yapmıştır.12 Eylül Nato'nun ve onun en büyük gücü ABD emperyalizminin bilgisi dahilinde gerçekleşmiş ve Türkiye'nin batı sistemine olan vesayetini sağlam kazığa bağlamıştır. Tıkanan sermaye birikim modeli ancak bir askeri diktatorya altında açılacağından 24 Ocak ile içine girilen süreç 12 Eylül ile gerçek anlamda hayata geçirilmiş ve işverenler sendikası başkanının dediği gibi artık gülenler patronlar olmuştur.
Türkiye'nin düzeni bir bütün olarak ilerici birikimin bu topraklardaki gücünü kırmak için kendilerini siyasal islamcılığın kollarına bırakmıştır. Hak aramayı değil lütfu, sorgulamayı değil itaatı, eleştiriyi değil koşulsuz biatı vazeden bir kültürün temelleri bu dönemde atılmıştır. Bu düzenin içerisi ve dışarısı olarak ortak programıdır. Halkın uyanışını kırmanın çaresi olarak uysallığı, tevekkülü ve kaderciliği vazeden Sünni İslamcılık devletten her türlü desteği almış, düzen krizini dine sığınarak aşmak istemiştir. Şimdilerde Batıcı burjuvaziyi Siyasal İslamcı iktidar karşısında bir müttefik olarak gören laikler, Cumhuriyetçiler bu programın ardında bu sınıfın olduğunu biliyorlar mıdır acaba?
Özal'ı Evren'e tavsiye eden, Ecevit hükumetini yıpratmak için gazetelere sayfalar dolusu ilan veren, Mhp'nin komando kamplarını finanse ederek bir yandan da bir faşist darbe karşısında boşa düşmek istemeyen ve 'Dinsiz millet olmaz. Din işleri, bu defa, siyasal partilerin istismar edemeyecekleri şekilde düzene sokulmalıdır' diyerek darbenin bir numarasına mektuplar yazan Vehbi Koç'tan başkası değildir. Türkiye'yi bugünlere getiren, siyasal islamcılığa teslimi öneren programını darbecilere yazan, açık destek veren sınıfın kurucu aklından ve ahfadından bugün laiklik adına medet ummak eğer bir trajedi değilse nedir? 45 yıldan beri 12 Eylül'ün kurduğu düzenden kurtulamamızın sırrı da burada gizli. Çünkü, Türkiye'nin o günkü düzeninin nasıl 12 Eylül ile esaslı bir sorunu yok idiyse bugünde düzen sahiplerinin 12 Eylül'ün gerçek evladı olan ve 45 yıldır devlet ve sermaye tarafından en çok kayırılan İslamcılarla her hangi bir derdi yok. Türkiye'nin düzeni kendini siyasal islamcılığa mecbur hissediyor ve bu mecburiyetten kurtuluş maddi çıkarları için laikliği harcayanlarla bir ittifaktan geçmiyor.