Bir zamanlar Sosyal Demokratlar için emek en yüce değerdi. Bu geriye dönüp baktığımızda Alman Sosyal Demokratları için neredeyse bir amentü gibiydi. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) kurucu liderlerinden biri Ferdinand Lasselle’dı. Lasselle Prusya tipi bir sosyalizme sahip olmakla tanınırdı yani devletçiydi. Lasselle SPD’nin Marksizm dışı eğilimlerini temsil ederdi ve Marx program eleştirilerinde bu eğilimin partiye teorik olarak nüfuz etmesine hep karşı koymuştu. Marx emek denilen kategoriye itiraz eder doğru olanın emek-gücü olduğunu söylerdi. Çünkü işçi sermayeye emeğini değil iktisadi bir zorunluluk altında emeğinin gücünü satmak zorundaydı. Yine zenginliğin kaynağı emek-gücü olmakla birlikte işçinin payına düşen yoksulluk ve yoksunluktu. İşin aslı Marx bu yoksunluk bahsini daha çok önemserdi. Bütünsel insanın peşinde olan Marx için emek-gücüne dayalı çalışma insanı insanlıktan çıkartır ve insani yetilerini tümüyle körleştirirdi. O çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıktığı, tüm faaliyetlerin yalnızca bir parçası haline geldiği ve insanın insana yabancılaşmadığı bir dünya tahayyül ediyordu.
Komünizm sosyal demokrasi ayrışmasından sonra da sosyal demokratlar emeği kutsamaya, en yüce değer sloganı atmaya devam ettiler. Emeğin en yüce değer sayıldığı dünya görüşü aslında burjuvazinin soylulara karşı yükselttiği sınıf mücadelesinin bir teorik icadıydı. Aylak ve tembel olan soylular karşısında burjuvalar çalışmayı, çalışma ahlakını ve emeği yücelterek bir ideolojik mücadele yürütüyorlardı. Bu slogan soylular dışındaki herkesi aynı bayrak altında toplamaya yarıyordu. Kapitalizm finansallaşma aşamasına ulaşıp burjuvazinin diğer tüm fraksiyonları mali sermayenin boyunduruğu altına girmeye başlayınca bu slogan da eskimeye başlayacak ve eski heyecanından uzaklaşacaktı. Kapitalizmin bu evresi sosyal demokrasinin bütün ayırıcı özelliklerini kaybetmeye başladığı ve tümüyle neoliberal programın sultası altına girdiği bir döneme karşılık gelecekti. Sosyal Demokrasinin altın çağlarında bu ideolojinin mensupları çoktan devrim fikriyatından uzaklaşmış ve reformist bir programı benimsemişlerdi. İkinci savaş sonrasında ise sosyalizm hedefinden de uzaklaşacaklar ve ufuklarını düzeltilmiş yani reforme edilmiş bir kapitalizmle sınırlayacaklardı. Ama yine de iktidara giden yol çalışanların ve onların ekonomik mücadelelerini yürüttükleri sendikaların desteğini almaktan geçiyordu.
Neoliberal program tam bir sermaye taarruzuna karşılık geliyordu. Kapitalizmin büyüme evrelerinde yani Mandel’in dediği genişleme dalgalarında sermaye emeği kendi dünya görüşüne hapsedebilmek için sosyal demokrasiye gereksinme duyuyor ve sendikaları muhatap alıyordu. Ama 70’lerde başlayan süreçle birlikte kapitalizm yeni bir evresine giriyor ve bu evreye tarihsel liberalizmin neo olanı karşılık geliyordu. Artık sosyal demokrasi için deniz tükenmiş ve emeğin en yüce değer sayıldığı tarihsel dönemin sonuna gelinmişti. Sermaye için sınıf uzlaşmacılığını simgeleyen sosyal demokratlar ya neoliberal programa ayak uyduracaklardı ya da iktidar seçeneği olmaktan tümüyle çıkartılacaklardı. Sosyal demokrasinin kitlesel olarak sendikalara ve emeğe yaslanan dünyasının sonuna gelinmişti. Devir sınıf uzlaşmacılığı değil sermayenin emeğe taarruz devriydi. Emeğin bütün kazanılmış hakları elinden alınmalı, kaynak dağıtımın en işlevsel aracının piyasa olduğu tartışmasız kabullenilmeli ve her şey sermayenin keyfine bırakılmalıydı. Büyümenin, refahın ve kalkınmanın yegâne vasıtası sermayeydi. Sermaye kendi önünde hiçbir sınır tanımıyor ve önüne çıkan bütün katılıkları düzlüyordu.
Sosyal demokrasi bu döneme üçüncü yolculuğu kabul ederek cevap verdi. Bu aslında sosyal demokrasinin bilinen tüm iddialarından vazgeçmesi anlamına geliyordu. Üçüncü yolculuk kapitalizme ve sosyalizme alternatif bir yol değil küreselleşme koşullarında sosyal demokrasinin kapitalizme teslimiyeti demekti. Küreselleşme, özelleştirme ve bilumum sermaye ideolojileri üçüncü yolcular tarafından sorgusuz kabulleniliyordu. Örneğin devletin üretimden çekilmesi, kamunun küçültülmesi ve verimlilik adına özelleştirmeler ile kamu varlıklarının sermayeye transferi kutsanıyor ve karşı çıkanlar dinozorlukla suçlanıyordu. Sendikalar işçilerin sermayeye karşı hem öz çıkarlarını korudukları bir yer olmaktan çıkartılıyor hem de sendikalara sermaye ile uyumlu olmaları dayatılıyordu. İşçiler ile sermayenin çıkarlarının ontik olarak farklı olduğu esasına dayalı olan sınıf mücadelesi tarihi ve sınıf mücadeleleri hakikati bir orta sınıf ideolojisi olan üçüncü yolculuk tarafından artık arkaik yani devri geçmiş sayılıyordu. Sermaye kendi tarihinin en saldırgan çağını başlatmışken emeğin kendini koruyabileceği yegâne kurumları olan sendikalara dayatılan kayıtsız ve şartsız sermayeye teslimiyetti.
Sosyal demokrat partiler giderek emeğin partileri olmaktan çıkıp iktidar olabilmek için sermayenin her dediğine kafa sallayan partiler haline geldiler. Sosyal demokrat partilerin arka bahçesi haline gelen geleneksel sendikalar giderek kan kaybetmeye, işçi sınıfı bölüklerinden uzaklaşmaya ve kan kaybetmeye başladılar. Emeğe dayalı dünya, kamusal varlıklara sahip çıkma ve her şeyi sermayenin emrine vermemeye dayalı bir dünyadan sermayenin yasalarının kayıtsız kabullenildiği bir yere gelindi. Sosyal demokratlarda artık kendilerini emeğin dostu, yılmaz savunucuları görmüyor. Neoliberal program emeğin görünürlüğünün ortadan kaldırıldığı, emeği çağrıştıracak her şeyin kamusal yaşamdan silindiği ve emeğin ürettiği edebiyatın, dilin ve gramerin yok sayıldığı bir dünyayı tasavvur ediyordu. Dünya çok daha fazla emeğin istilasına uğrarken, geleneksel orta sınıflar çözülüp işçileşirken, uluslar birer proleter ulus haline gelirken yani ulusun çoğunluğunun ücretli olmanın ve emek-gücünü satmanın dışındaki bütün araçları sermaye tarafından zoraki ellerinden alınırken ve buna büyük bir mülksüzleşme dalgası eşlik ederken emeğin öz savunma araçları itibarsızlaştırılıyor ve emeğe saldırılar hız kesmeden devam ediyor.
Resmi planda kendini sosyal demokrat olarak nitelendiren ve daha geçenlerde sosyal demokrat partilerin enternasyonal örgütü sosyalist enternasyonal toplantısına İstanbul’da ev sahipliği yapan CHP yoluna ya tuzu kuru orta sınıfların hassasiyetini gözetip sınıfsal meselelere körleşmiş bir parti olarak devam edecek ya da ulusu veya halkı iktisadi konumu ile tanımlayarak yurttaşlarına sınıfsal konumlarından kalkarak seslenerek onları birer sınıf üyesi haline getirecek. CHP’nin 70’lerde Ecevit aracılığıyla yaptığı tam da bir sınıfsal popülizmdi. 70’lerin dünyasında CHP için halk demek sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış bir kitle demek değildi. Halk karaborsacının, vurguncu ve talancının, sömürücülerin dışlandığı kısaca halkın emeğine göz diken herkesin dışarıda bırakıldığı çalışanlar topluluğuydu. Halk emeğiyle yaşayanlar, alın terinin değerini bilenler, emek-güçlerini insani bir zenginlik ve dayanışmayı bir yaşam biçimi haline getirenlerdi. Bu oligarşinin programı karşısında halk sınıflarının bir koalisyonuydu. İzmir Belediyesi’nde yaşanılan greve ve belediye başkanı ile onun eşlikçisi tuzu kuruların söylediklerine bakınca insan bu tarih boşuna mı yaşandı diyor.