Darbeler masum değildir

Yaşar Erkmen

Onu ilk kez 2021’in Eylül’ünde Ankara’da görmüştüm. Birinci kitabım “Eğlenceli Yoksulluğumuz Çukurova” için İzan Yayıncılık’ın düzenlediği imza gününde tanışmıştık. Kitabımı bir süre inceledikten sonra imzalatmış, ayaküstü sohbet etmiştik. Munzur Üniversitesinde çalıştığını, araştırmacı-yazar olduğunu öğrenmiştim. İki yıl sonra Çukurova Kitap Fuarı’nda yollarımız bir kez daha kesişti. 

Bu üçüncü karşılaşmamız gıyabında oldu. Kendisi yok ama kitabı başucumda. Birkaç gündür Mesut Özcan’ın “Darbe Yıllarında Dersim” kitabını okuyorum. Kitabın adı, Ahmet Altan’ın “İsyan Günlerinde Aşk” romanını çağrıştırdı nedense. Okumaya başlayınca zihnimin kurduğu çağrışımdan utandım doğrusu. 

“Darbe Yıllarında Dersim” inceleme/araştırma türünde bir kitap. Dersim’de (Tunceli) yaşanan olaylar, 12 Eylül sonrası uygulanan etnik asimilasyondan ziyade mezhepsel asimilasyon anlatılıyor. Bütün bilgiler, belgelere ve tanıklara dayanıyor. Doğunun unutulmuş bir coğrafyasında yer alan küçük bir ilin, ilçe ve köylerinde uygulanan Sünnileştirme çabasının mimarının adı da Kenan. 12 Eylül’ün azametli komutanı Evren’den her konuda destek ve cesaret alan ikinci bir Kenan’ın marifetleri, belgeleriyle bir bir ortaya konuluyor.  Anlatanlar ise olayı yaşamış ya da yaşananlara tanık olmuş kişiler. Anlatanlar değişse de anlatılan olaylar ve yaşananlar değişmiyor. Bir planın adım adım uygulanması ve Alevi kültürünün ağırlıklı olduğu Tunceli’nin Sünnileştirilme çabasının sinsice hayata geçirilmesi… Alevilerin yaşadığı her mahalleye, her köye ısrarla bir cami yapılması amaçlanıyor. Kimi zaman teşvik, çoğu zaman da tehdit kozunu kullanan pervasız bir Vali’nin yaptıklarını, olayı yaşayanlardan ve belgelerden öğreniyoruz.

Cengiz Çandar’ın önsözünde konu çarpıcı bir şekilde özetlenmiş. Kitabın “1938’den 1980’e Dersim” bölümünde her şey ortaya konulmuş, sonraki bölümlerde ise tanıklar ve belgelere yer verilmiş. Atatürkçülük düşüncesi din sosuyla harmanlanıp topluma dayatılmış. Bugünün tarikat-cemaat tohumları o günden atılmış.

Aslında kitabı sondan başa doğru okumaya başlasak Tunceli Valisi Kenan Güven’in çalışkan ve iyi niyetli biri olduğunu düşünebilirdik. Hatta hitabet konusunda adaşı Kenan Evren’den çok daha başarılı olduğunu da söyleyebilirdik. Vatanını, milletini düşünen; duyarlı, herkese karşı saygılı ve kibar bir devlet adamı profili çiziyor. Sayfaları Arap usulüne göre, yani sağdan sola doğru okumaya devam edince Vali’nin gerçek amacı ortaya çıkıyor ve Diyanet İşleri Başkanı gibi fetva veren birine dönüşüyor. Ülkede yaşanan tüm olumsuzlukların sebebi olarak Alevi inancını görüyor; halkın yoksulluğunu, çaresizliğini ve devlete olan güvenini de kullanarak yörenin çocuklarını yatılı okullara gönderip Sünnileştirme çabasına girişiyor.

Kendi söylemiyle Dersim’de “İslamiyet’i yayma ve Dersimlileri Müslümanlaştırma” çabalarının da mimarı olan Kenan Güven, yaptıkları yanlışı yıllar sonra teşekkür etmek için ziyaretine gelenleri görünce anlıyor ama iş işten geçmiş, olanlar olmuştur:

“(…) Güven, bunları görünce şaşırıyor, çünkü karşısında sakallı iki genç var. Bağırıyor: “Ben sizi bunun için mi okuttum, ne biçim kıyafet bu? Bir de Ezher’e (El-Ezher Üniversitesi, Kahire/Mısır) gitmişsiniz!”

Ataol Behramoğlu’nun dizeleri düşüyor aklıma:

“Emeksiz zengin olanın

Kitapsız bilgin olanın

Sermayesi din olanın

Rehberi şeytan olmuştur.”

1980’li yıllar… 

O tarihlerde Türkiye’nin en batısında, Aydın’da benzer uygulamalara ben de tanık oldum. Mesut Özcan’ın ortaya çıkardığı olayda Alevi kökenli çocukların batıya, devletin yatılı okullarına (İstanbul, İzmir, Bolu, Konya) gönderilerek Sünnileştirme planı uygulanırken, benim tanık olduğum olayda ise Mesut Özcan’ın anlattıklarından biraz farklıydı. Aydın ve ilçelerinde Alevi nüfus çok yaygın değildi. Dolayısıyla Aydın’da mezhepsel asimilasyon yerine tarikatlara/cemaatlere mürit devşirme faaliyeti yürütülüyordu. 

Aydın’ın Tunceli’ye göre çok daha gelişmiş ve göz önündeki ilçelerinden (İncirliova, Germencik, Nazilli) öğrenciler geliyor, Karpuzlu beldesinin (Karpuzlu o tarihlerde henüz ilçe değildi.) dışında, dağın eteklerinde, cemaate bağlı bir yurtta kalıyorlardı. Bu öğrencilere devlet okullarında zorunlu hâle getirilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi yeterli görülmüyor, denetimsiz yurdun hocaları tarafından kendi zihniyetleri doğrultusunda eğitim(!) veriliyordu. Konu herkes tarafından biliniyordu ama şikâyetler sonuçsuz kalıyordu.

“Darbe Yıllarında Dersim” kitabı, yazım, noktalama ve anlatım yönünden de dikkat çekiyor. Titiz bir çalışmayla kusursuz denebilecek bir çalışma ortaya konmuş. Sıkılmadan, bir çırpıda okunan akıcı bir kitap. Mesut Özcan’ı ve editörünü kutluyorum.