Eski bayramlarla özlenen: İnsanlıktır. Özlenen: Masumiyet ve Saflıktır

Sedat Memili

Borçla yaşayan ama peşin ölen insanlar topluluğu haline getirildik;

sevgilerimizi bile takside bağladığımız yaşamda…


 

Nerede o eski bayramlar?

Sahi “nerede o eski bayramlar?” diyoruz ama bayram hep var ve ben her yıl bu özlem deyişini duyarım…

Ben de artık “Nerede o eski bayramlar?” diye özleyecek yaşa gelmişim. Ama merak ediyorum biz o eski bayramların neyini özlüyoruz?

Gerçekte bizim özlediğimiz ne?

Benim hiç kunduram olmamıştı örneğin… Sümerbank’tan kundura alma şansına erişmiş olanların ayakkabılarına bakardım. Babam, bu günün ucuz kahramanlarına benzemezdi. Dokuz çocuğu besliyordu. Bir annembir kendisi etti on bir…

Ancak ilkokula başladığım yıl, bir ayakkabım olmuştu.

Bir de sofranın açık olduğunu düşününün – ki ben yaşamım boyu ailecek yalnız yemek yediğimizi anımsamıyorum. Tek katlı evler, ardına kadar açık giriş kapıları, üstelik kapıların anahtarları da yoktu. Zaten yer sofrasına sığırcık kuşları gibi doluşurduk.  Yoldan biri geçip de o sofraya oturmazsa babam darılırdı. Bu açıdan soframız her daim bereketlidir. Bu bizim aileye has bir özellik değildi;  o dönemin ayrımsız bütün aileleri böyleydi…

Herkesin sofrası herkesin; herkesin sevinci herkesin ve herkesin acısı herkesin (di)…

İnsanlar kendilerini asla yalnız hissetmezlerdi.

BAYRAM YERİ…

OYUNLAR İNSANLAŞMA SÜRECİYDİ…

Hala düşünürüm… Bizim çocukluğumuzda tek olarak oynadığımız oyun var mı? Yok. Hiç hatırlamıyorum. Olsa hatırlardım.

Bizim oyunlarımız, çocukları yalnızlaştıracak, bencilleştirecek ve yalnızlığını özendirecek oyunlar değildi. Ve asla sanal rakiplerimiz yoktu.

Oyunlar el birliği ile – kavgalı gürültülü, sevinçli şarkılı- oynanırdı.

Rakiplerimiz, duyguları olan elle tutulur canlı ve bizim gibi çocuklardı.

Kalpleri, bakışları, mimikleri, sevinç ve üzüntüleri yani ruhları olan canlı varlıklardı.

Şimdikiler gibi, tepkisiz, duygusuz, yani tek kelime ruhsuz sanal varlıklar değildi.

Bu yüzden benim neslim, bu dünyaya biraz zor alışır;

Sanal dünyanın yenileni bir sayı kaybeder veya kazanır… O kadar.

Onun ne gözyaşı ne sevinci vardır. Rakibine asla insan olduğunu hissettirmez sadece kazanan veya kaybeden bir makine olduğunu hissettirir.

Bu nedenle biz çocukken bazen kazandıklarımıza üzüldüğümüz anlar bile olmuştur; karşı tarafın üzüntüsü bize insan olduğumuz gerçeği ile yüzleştirir…

Bu günün çocuk oyunları insanlara insan olduğunu unutturmaktadır.

O çocuk oyunları insanlaşma; şimdiki çocuk oyunları ise makineleşme süreçleridir.

ÖZLENEN OLGULAR

Bana her yıl bayramı özlettiren iki oldu vardır:

Birincisi yaşlı bir komşumuz vardı. Mahallemiz insanlarına benzemezdi. Kısa kır saçlı asil bir teyzeydi. Mahallemizin Süreyya Teyzesi’ydi.

Yalnız yaşardı. Ne zaman evine çocuklar gelse ikram edecek çok güzel şeyleri olurdu. Şekerden helvaya, helvadan küçük oyuncaklara kadar… Sadece bayramlarda Tulumba Tatlısı ikram verirdi. Biz çocuklar kendimizi onun karşısında büyük bir insan gibi hissederdik. Bize bunu hissettirirdi. Tek tek hepimize hoş geldiniz der. Elimizi sıkar gözlerimizi öper ve bize “Lütfen oturun”, “lütfen buyurun” derdi. Mirza Çelebi mahallesinde 1960’lı yıllarda yaşlı bir kadının çocuklara “lütfen” diye hitap etmesinin sihriyle kendimi büyük biri gibi hissederdim ama o kadının o toplumdaki asaleti sonradan beni çok düşündürmüştür.

Tulumba tatlısı yemek ve kendimizi büyük hissetmek Birincisi buydu…
İkincisi de babaannemin gelişi ve bizi mahallede kurulan bayram yerine götürmesiydi.

Bayram yeri rüyalarımıza girerdi.

Deyimlerimize yerleşmiştir: Bayram yeri gibi… Gerçekten de bayram yeri tam bir bayram yeriydi.

Bir kayık, bize kocaman gelirdi. Bir desteğe iple bağlanmış salıncak olurdu. İçine doluşu ve sallanmaya başlardık. Salıncakçının bizi sallamak için nasıl güç harcadığını düşünmezdik bile: Çocukluk bu olsa gerek…

Çokçokçularınn yan tarafında kurulmuş olan bir çadırda, acemi çizimlerle bir “denizkızı” portresi vardır. Biz içeridekini görmek için paramızı öder çadıra girerdir. Bakardık uzun saçlı bir kız, yarıya kadar görülüyor, yarıdan sonrası ancak bizim gibi çocukların kandırılacağı şekilde balık giysisi biz de onu denizkızı sanırdık.

Hepimizin gördüğü aynı şeyi günlerce birbirimize anlata anlata bitiremezdik.

Para yoktu.

Ve en önemlisi sınıflar arasında bir fark yoktu.

İnsanların kıyafetlerinden veya harcamalarından sınıflarını tespit etmeniz mümkündeğildi.

Ağanın sofrasında olanlar ırgatın sofrasında da bulunurdu.

Hiçbir çocuk diğer çocuğu kendisinde olmayan bir şeye sahip olduğu için kıskanamazdı çünkü böyle bir olgu yoktu. Kapitalist sistemin şeytanları henüz tüketim canavarını savunmasız halkın üzerine salmamıştı. İnsanlara tanrıyı unutturup tapınacak yeni totemler keşfedilmemişti henüz;

Henüz araba sahibi olma çılgınlığı
Bir eve adanan ömür yarışması, değerlerin banka hesapları ile ölçüldüğü dönemler başlamamıştı.

Sevinçler, hüzünler, acılar ve matemlerin ortak yaşandığı o altın çağlardan söz ediyorum.

Kirlenmemiş, kirletilmemiş yıllardı.

Daha az imam, daha az cami ama daha çok yüksek ahlak ve daha çok insani anlayış dönemleriydi.

GERÇEKTE ÖZLEDİĞİMİZ MASUMİYETTİR

Şimdi düşünüyorum biz “nerede o eski bayramlar?” derken neyi özlüyoruz.
Gerçekte özlediğimi nedir?

Bir köyden bir köye veya bir mahalleden bir mahalleye gitmek için günler öncesinden hazırlık yapıldığı o dönemi neden özleriz? Şehirden şehre gitmenin bazı insanlar için hayal olduğu bir çok inanın doğduğu köyde öldüğü bir dönem neden özlenir?

Listeyi çoğaltabiliriz.

Bizim özlediğimiz o eski bayramların sefaleti değil; paylaşma duygusudur. Dönemin masumiyeti ve saflığıdır özlediğimiz.

Kirlenmemiş insanı ilişkileri ve yüksek ahlak düzeyidir.

Şahsen ben bunları özlüyorum.

Henüz insanların, Tüketim Tanrısı’nın sunaklarına boyunlarını teslim etmedikleri, hayatlarını kiraya vermedikleri ve tabelaların Türkçe olduğu dönemleri özlüyorum.

Sümerbank’ımı, Etibank’ımı özlüyorum…

Hayat Bilgisi kitaplarına baktığım zaman, şeker fabrikalarının İç Anadolu’da olduğunu, Eskişehir ve Kayseri’de uçak fabrikalarının olduğu dönemleri özlüyorum.

Borca yaşanmayan ve tam tersine gelecek biriktirilen yılları istiyorum.

Birisi emekli olunca biriken emekli parası ile bir ev bir de araba alırdı. Çünkü insanlar gelecek biriktirirdi. Kredi kartları ile insanların önce bu günlerini sattılar sonra da yarınlarını… Mortcage denilen sistem ile gelecekleri tamamen devredildi.

İnsanlar, bugünsüz, yarınsız ve dolayısıyla geleceksiz bırakıldı.

Belki de “eski bayramlar” ile özlediğim o güvenli gelecek duygusuydu.

Görünüşte fakir, ruhen özgür olduğumuz o yılları nasıl özlemeyeyim?

Son elli yıldır özellikle benim halkım, gerçekte sayıları 200’ü aşmayan yeryüzü tanrılarının müridi olarak soyulmakta, yarını ve emeği çalınmaktadır.

Bu bayramın nesi özlenir.

Borçla yaşayan ama peşin ölen insanlar topluluğu haline getirildik; sevgilerimizi bile takside bağladığımız yaşamda…

Toprağı, kent yaşamı, tohumu, siyaseti, bilimi, eğitim sistemi, dini inançları özgür olmayan bir toplumda özgür bayram kutlamaları olur mu?

İddia ediyorum, Finlandiya’nın karıncaları, bitkileri, otları, börtü böcekleri, hayvanları bile, ülkemizdeki karıncalardan, bitkilerden, otlar ve börtü böceklerden daha özgürdür…

İnançları bile…