Felsefi Bilginin Kaynağı

Hacı Hüseyin Kılınç

Erich Fromm ‘ Özgürlükten Kaçış ‘ da burjuva bireyin Rönesansla birlikte doğduğunu söyler. Rönesanstan önce birey denilen bir kategoriye belki sadece Eski Yunan’da rastlanmıştı. Uzun Ortaçağlar’da toplum sert bir hiyerarşiye tabiydi. Kişinin içine doğduğu toplumsal statüyü değiştirebilmesi neredeyse imkansızdı. Bu belirlilik kişiye bir güvenlik duygusu da veriyordu. Yaşamın çizgileri çok açık ve netti. Kaderciliğin bu kadar yaygın bir inanç olmasının berisinde böylesi bir toplumsal sabitlik vardı. Kişi dünyaya nasıl ve nerede gelmişse onu tamamlayacağı biçimde az çok kestirilebilirdi. 

Fromm özgürlüğün güvenliğin kaybı pahasına elde edildiğini iddia eder. Toplumsal hiyerarşideki yeri sabit olan kişi güvenlikle özgürlüğü adeta değiş tokuş etmiştir. Yine de özgürlüğü elde edenler toplumun çok dar bir zümresine mensup olanlardır. Bunlar ya servet sahibi soylular ya da ciddi bir parasal birikime sahip burjuvalardı. Bu kesim için kaybolan şey sadece güvenlik değil etraflarının ıssızlaşması yani yalnızlıktı. Fromm’un güvenlikten kastının bildiğimiz anlamdaki cana, hayata dair bir endişe olmadığının altını çizelim. Güvenlikten murat edilen bir yere sağlamca kök salmış olmak, orayı kendimize ait kılmak ve organik bir yaşamın parçası olduğunu hissetmekti. Kısaca ontolojik bir belirsizlikten uzak olmak ve ontik olarak bir yere, bir konuma sahip olduğunu duyumsamak.

Birey olmak ve kişiyi toplumsala bağlayan zincirlerden kurtulmuş olmanın bir daha telafi edilemeyecek maliyetleri de vardı. Bireycilik tutkulu bir iktidar arzusunu ve tatmin olmak bilmez bir servet iştahını da beraberinde getirmişti. Fromm bunların sonucu olarak ‘ başarılı bireyin kendi benliğiyle olan ilişkisi, korunmuşluk duygusu ve güveni de zehirlenmişti ‘ der. Bu birey için şimdi hayattaki yegane şey eldekilere sımsıkı sarılmak ve biriktirdiklerini korumak olmuştu. Hayatı üzerinde tam söz sahibi olma imkanına kavuştuğunu zannettiği anda tekrar elinden kaçırıyordu. Çünkü ‘bütün insan ilişkileri, iktidarı ve serveti korumak uğruna yürütülen bu korkunç ölüm kalım savaşıyla zehirlenmişti.‘ 

Burjuva felsefesi kendini yalnız ve güvensiz hisseden bu bireye epistemolojik bir dayanak bulmanın ürünü olarak doğdu. İskender Savaşır ilk defa Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisinin 1.cildinde sonradan ‘ Modernizmin Vicdanı ‘ isimli kitabına da aldığı ‘ Burjuvazinin Bilgisi: Descartes, Kant ve Romantizm ‘ adlı yazısında burjuvazi için ‘ feodal düzenin mantığı açısından bakıldığında, işlevsiz ve hatta varolması imkansız bir kesim ... iktidarının kaynağı da, ... varlığı kadar esrarengizdi ‘ teşhisinde bulunur. Burjuvazinin felsefesi zenginliğinin simgesi olan para-sermaye kadar soyuttu. Para nasıl kendisini her şeyden soyutlayarak her şeyin eşdeğeri haline gelebiliyorsa burjuvazi de fikirlerine dayanak bulmak için her şeyin başlangıcı olabilecek metafizik tözlere gereksinim duyuyordu. Burjuvazi para sayesinde elde ettiği güç ve iktidarı şimdi fikirlerle, düşüncelerle ve ‘ideal’ şeylerle tamamlamak ve tahkim etmek istiyordu.   

Adorno’nun burjuva düşünürlerine, entelektüellerine mal ettiği ‘ güvenliği bilgide, ... düşünceleri ve tecrübeleri için istikrarlı temelleri sağlama ‘ arayışı yalnızca onlara ait soyut bir arayış değil burjuva dünya görüşü için sağlam ilkeler bulma isteğiydi de. Adorno bir yerde burjuva felsefecileri için şöyle bir gözlemde bulunur: “ ‘hayatın gerçek üretimi’ne hiçbir katkıda bulunmamalarından ötürü, kendi yabancılaşma ve güvensizlik duygularını bilgi kanalı ile telafi etme ihtiyacı yeğinleşir. Bunun sonucunda, bilgi için gerekli mutlak temelleri sağlama bağlamaya ve düşünsel egemenliği maddi ve toplumsal egemenlikle ikame etmeye girişirler. ... Bilginin temellerinin böylesi haklılaştırımları, kendi varoluşlarını güvenlik altına alan ve zenginleştiren kavramlar ve düşünceler üzerinde ‘hak edişler’ ve ‘tapu senetleri’ sağlar. “ 

Burjuva felsefesindeki bu kesinlik ve temel arayışı toplumsal yaşam üzerinde burjuvazinin kurmaya çalıştığı egemenlik ilişkilerinden bağımsız düşünülemezdi. Marx’ın dediği gibi en soyut fikirler dahi son tahlilde toplumsal ilişkiler tarafından belirleniyordu. Burjuvazinin burjuva toplumunu gözlem altında tutabilmesi için fikirler üzerindeki kontrolü kaybetmemesi gerekiyordu. Savaşır yazısının son bölümünde “ 19.yüzyıl başında modern felsefe artık geleneksel işlevini yitirmeye başlamıştı ‘ der. Burjuva felsefesinin mutlak bilgi arayışı zirvesine Hegel’in Mutlak İdealizmi ile ulaşmıştı. Lukacs’a göre Hegel burjuva düşüncesinin ulaşabileceği tepe noktayı temsil ediyordu. Bu dönem aynı zamanda savaşların, devletlerin, mükemmelleşen bürokrasilerin ve teknolojik ilerlemelerinde çağıydı. Nesneler kapitalizm altında şeyleşmeye uğramış ve insanlar arası ilişkiler yerini metaların mübadelesine terk etmişti. Şeyler arasındaki ilişkiler insandan bağımsızlaşmıştı. İnsan kendi eseri olan dünyanın adeta yabancısı haline gelmişti. 

Kapitalist toplumda metalar insanın karşısına nasıl fetişistik karakterleriyle çıkarsa burjuvazinin ürettiği kavramlar da son tahlilde şeyleşir ve fetişistik bir biçim alır. Mübadele ilişkisinde üreticinin ürünü nasıl ondan bağımsızlaşır ve her hangi somut bir ihtiyacı karşılamak için değil sadece değiş tokuş için piyasaya sürülürse fikirler piyasasında düşüncelerde onu üreten zihinden bağımsızlaşır ve özerk hareket etmeye başlar. Felsefi söylemi bu şeyleşmeden kurtarabilmek için Adorno sosyolojik eleştiriye ihtiyaç olduğunu belirtir. Felsefe çağdaş topluma ilişkin derin bir içgörü sağlarken onu kendi ahmaklıklarından kurtarabilmek için de farklı bakışlara gereksinim vardır.