Kurtuluş ve Hamaset

Hacı Hüseyin Kılınç

Emperyalist işgalden kurtuluşun 100.yılı sadece hamasete terk edilirse Adana’ya bir kez daha yazık edilmiş olur. Çünkü hamaset sorunları geçiştirmenin, boş vermişliğin, laf kalabalığının kılıfıdır. Halbuki Adana’nın böyle bir lüksü olmamalı. 100.yıl içinde yaşadığımız kentin uzun yıllara dayalı ihmal edilmişlikleri üzerine bizleri düşünmeye sevk etmeli. Görünen o ki böyle bir düşünme çabasına girişilmeyecek ve bir haftaya sıkıştırılan hamaset yüklü proğramlarla 100.yıl dersler çıkartılamadan, yapısallaşmış sorunlar üzerine eğilinmeden geçirilecek. 

Adana’nın her geçen gün artan irtifa kaybına herkes değişik gerekçeler bulabilir. Siyasi iktidarların ilgisizliği, yerel yönetimlerin beceriksizliği, Sabancı’ların kenti terk etmesi, dışarıda etkili lobilerinin bulunmaması gibi gerekçelere başkaları da eklenebilir. Bu saydığımız gerekçeler ve ilave edilecekler kuşkusuz sorunların ağırlaşmasında etkili de olmuştur. Ama tüm bunları üst belirleyen unsurun nitelikli bir burjuvaziden yoksunluk olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Kent 50 ve 60’larda bir burjuva sınıf üretmişti, fakat bu sınıf ulaştığı sermaye birikiminin Adana ölçeğini aşmasıyla beraber Türkiye kapitalizminin başkenti İstanbul’a doğru yönelince kent de dinamizmini kaybetmeye başladı. 

Yeşilçam sineması Adana’dan çıkma bu burjuvaziyi Hulusi Kentmen figüründe tipolojileştirdi. Babacan, iyi niyetli ve fakat çocuklarının düşkünlükleri karşısında çaresiz biri. 70’li yıllara gelindiğinde ise nitelik kaybı pavyon, gazino ve paranın su gibi savrulduğu enstantanelere yerini terk etti. Irgatların, marabaların cehennemi sıcaklarda yarattığı karşılığı ödenmemiş artı değere dayalı para har vurup harman gibi savrulurdu. Adanalı Kalvinizmden, Protestan çalışma ahlakından hiç nasibini almamıştı ki? 

Kentten çıkan sermayenin İstanbul’a taşınarak finans kapitalle izdivaca girmesi, ithal ikameci sermaye birikiminin sonu kenti bir sınırın eşiğine getirdi. Geride kalan sermayenin ne birikimi ne de ufku gerekli dönüşümü sağlamaya yeterliydi. Ölçeği ve vizyonu ile kente stratejik bir ufuk kazandırabilmesi de mümkün değildi. Onun için kent ucuz emeğin cenneti, bereketli toprakların yurdu ve sermayesini bencilce çoğaltıp karını katlayacağı herhangi bir yerdi. Biz ‘ burjuvazisiz burjuvalaşma ‘ demeyi tercih ediyoruz bu duruma ve Adana hala bu sürecin içerisinde can çekişmeye devam ediyor. 

Burjuvazi bir sınıf olarak kent kültürünü içselleştirmiş, edindiği kültürü kentte hakim kılmaya çalışan, kendini de sermaye birikimini tedarik ettiği şehre karşı sorumlu hisseden insanlar topluluğudur. Adana’da oluşmuş böyle bir yerel burjuvaziden söz edebilmek mümkün değildir. Adana’nın ilk 500’de yer alan şirketleri, bankalarda  ciddi mevduat sahip zenginleri olabilir ve bu insanlar üretim araçlarına sahip oldukları için burjuva kapitalist de sayılmalıdır, ama toplamının bir sınıf gibi davranabildiğinden söz edebilmek mümkün değildir. En fazla kendilerini hayır hasenat işlerinden sorumlu sayıp cami veya okul yaptırırlar. Onun ötesinde bireysel sınıf kaygılarını aşarak, sermaye birikimini tedarik ettikleri kente karşı müşterek bir sorumluluk duyduklarından söz edebilmek mümkün değildir. 

Burjuvazisiz burjuvaların oluşturduğu açığı siyaset sınıfı ve yerel yönetimlerde iktidara gelen seçkinler telafi edebilirdi. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki Adana bu bakımdan da Türkiye’nin en talihsiz kentleri arasında yer alıyor. Siyasi partilere dağılmış olan siyaset sınıfı da hiçbir zaman kenti kuşatacak ve geleceğe taşıyabilecek bir vizyonu üretemedi. Yerel yönetimlerde iktidara gelen elitler ise kente karşı müşterek bir sorumluluk hissetmek yerine ‘ burjuvazisiz burjuvalar ‘ ile çoğunluk rant ve çıkar ortaklığına girmek suretiyle kent talanına dahil oldular. Dolayısıyla kente karşı sorumlu olacak tüm unsurlar birbirlerini sürekli geriye doğru çekerek bugün içinde debelendiğimiz hazin tablonun oluşumuna ortak oldular. 

Gerçek sol dinamikleri hırpalanıp geriletilmiş, fabrikaların kapanması ile emek güçleri deklase olmuş kent, yerel sınıflarının karşılıklı birbirini koşullaması ile bugünkü içler acısı noktaya sürüklendi. Ayaklarında prangaya dönüşen geçmişin imgesinden kurtulamadan, geleceği tasarlama ve planlama ufkundan uzaklaşarak, vasıflı insanları çekemediği gibi olanları da kendinden kaçırarak, ağlanacak halini hamasetle sıvayarak 100.yılı kutluyor. Bir asır önce emperyalist işgale direnerek bu toprakları bize emanet olarak bırakanlar bugün aramızda dolaşsalardı yakamıza yapışıp hamaseti bırakın artık derlerdi herhalde.