Nasıl Yaşayacağız?

Hacı Hüseyin Kılınç

Deprem bir dizi gerçeği orta yere serdi. En önemlilerinden biri dayanışmanın gücü oldu. İlk saatlerden itibaren herkes ne yapabiliriz sorusuna cevap aramaya başladı. Sağ kurtulanlar ilk andan itibaren kurtarma çalışmalarına odaklandı. İlk şok atlatıldıktan sonra herkesin derdi enkaz altında kalanlara bir an evvel ulaşmak oldu. Milyonlarca insan depremin mağduru olduğundan ortaya çıkan enerji de muazzamdı. Deprem bölgesi dışında kalanlar bölgeye ulaşmak için yollara düştü. Enkazın altındakileri kurtarmak, gelen yardımları dağıtmak, hayatı organize etmek için büyük bir insan gücü açığa çıktı. 

Deprem türü felaketler insan doğasına ilişkin alıştığımız yargılara son vererek onları da enkazın  altına alıyor. İnsan hayatına son verip, telafisi imkansız sonuçlar doğururken her birimizin normal yaşamında kenara ittiği yanlarımızı kişiliğimizin başat özelliği yapıyor. Nobran olanlar yumuşuyor, kibirden yanına yaklaşılmayanlara tevazu çöküyor. Deprem herkesi insani duygularda eşitlemeye başlıyor. Etrafa diğergamlık, yardımlaşma ve dayanışma duygusu hakim oluyor. Herkes bir başkasına el uzatmayı, ötekinin derdine derman olmayı, evsiz kalmış olanlara sığınak olmaya çalışıyor. Bu ilgi sadece insanoğluna mahsus değil. Canlı hayatı paylaştığımız diğer varlıklarda bu şefkatten nasibini alıyor. Çevreye hakim olan iyilik yapma dürtüsü tüm canlıları kapsıyor. 

Deprem karşısında bütün rütbeler, apoletler ve sıfatlar bir anda görünmez oluyor. İnsan yaşamına hakim olan eşitsizlikler, hiyerarşiler, güç ilişkileri yerini hızla genel bir eşitliğe terk ediyor. Derdini anlatamayanlar, konuşamayanlar, susturulanlar, mikrofon uzatılmayanlar, ıskarta hayatlara mahkum edilenler, itilenler, kakılanlar şimdi konuşmaya başlıyorlar. Onların konuşmaya başladığı yerde muktedirlerin basireti bağlanıyor. Susuyorlar, zamanın geçmesini bekliyorlar ve bu olağanüstü halin bir an evvel son bulmasını diliyorlar. Olağanüstü yaşamayı bizler için günlük rutin haline sokanlar depremin yarattığı olağanüstülük karşısında afallıyor, şaşırıyor ve kendi olağanüstü halinden medet umuyor. 

Depremin ortaya çıkardığı en temel duygu dayanışma. Depreme bu kadar kırılgan, çaresiz yakalanmamızda bu duygunun yaşamlarımıza hakim olmamasından kaynaklanıyor. Doğanın bizi maruz bıraktığı felaket duygularımızda, bilinçlerimizde esaslı bir devrim etkisi yaratıyor. Kişisel zırhlarımızın, sığınaklarımızın, etrafımıza ördüğümüz duvarların işe yaramadığına tanık oluyoruz. Biriktirdiğimiz mülkler, başkalarının emeklerine çökerek edindiğimiz servetler, ‘mal canın yorgasıdır’ özdeyişleri hiçbir işe yaramıyor. İnsanın sızısını yine insanın giderdiğini, insana iyi gelen en iyi şeyin dayanışmak olduğunu, karşılıklı işbirliğinin tüm ihtiraslarımızdan, bencilliklerimizden daha yüce ve kutsal olduğunu anlıyoruz. Deprem bizi bir süreliğine  ‘başka bir yaşamın mümkün’ olduğuna inandırıyor. Mevcut yaşama biçimlerini, alışkanlıkları, önyargıları derin bir sorgulamadan geçiriyor. Böyle devam etmenin daha büyük bir felaket olduğuna ikna ediyor. Tez elden mevcudu değiştirmemiz gerektiği yönünde üzerimizde baskı kuruyor.  

Olağanüstü haller, felaketler ibret almaz isek tekrardan karşımıza dikilecek. Başımıza gelen felaketler istisna olmaktan çıkacak birer norm haline dönüşecek. Bir süredir zaten böylesi bir döngünün içinde yaşıyoruz. Pandemi doğanın başımıza sardığı bir kader değildi. Endüstriyel tarımın, vahşi ormanların yok edilmesinin ürettiği doğal bir sonuçtu. Orman yangınları, seller, su baskınları, afetler dünyanın damını delmiş olmamızın doğrudan ürünü. Kıtlıklar, gıda krizleri toprağa her hangi bir meta gibi davranmanın ve sınırlarını zorlamış olmanın karşımıza çıkardığı olgular. Mevcut yaşama biçimimiz ile gidebileceğimiz çok fazla bir yer kalmadı. 

Kurtuluşumuz depremin açığa çıkardığı ilişki biçimini örgütlemekten, kalıcılaştırmaktan geçiyor. Dayanışmayı, yardımlaşmayı, karşılıklı işbirliğini hakim kılamadığımız taktirde irili ufaklı daha bir yığın felaketle karşılaşacağız. Hayatlarımızı akıl dışı toplumsal ilişki biçimlerine, bilimden ve rasyonel bir planlamadan uzak devlet örgütlenmesine, sermayenin kar hırsına terk edemeyiz. Deprem bizi ayakta tutan, yaşama bağlayan, enkaz altından çıkartan şeyin ne olduğunu sarih biçimde gösterdi. Enkaz altında kalanın ne olduğunu da biliyoruz. Kurtuluşumuzunda nelerden kurtulmamız gerektiğininde ayrımındayız artık. Yeniden normale dönerek, nisyana teslim olarak ‘ıskarta hayatlara’ devam mı edeceğiz yoksa depremin açığa çıkardığı serabı hayatımızın kalıcı normu mu yapacağız? Hepimizin cevap vermesi gereken soru şimdilik budur.