Ya Basta! (Artık Yeter) 4

Hacı Hüseyin Kılınç

Biz herhangi bir şeyin uzmanı değiliz. Uzmanlaşmanın kapitalist işbölümünün mantıksal sonuçlarından biri olduğuna inananlardanız. Ancak bilgiye, birikime ve derinliğe de sonuna kadar şapka çıkartırız. Bilginin kompartımanlaştırılmasına, aralarına kalın ve yüksek duvarlar örülmesine karşı çıkıyoruz. Her şeye heves edenlerdeniz, kendimizi sonsuz bir öğrenci merakı içinde bulanlardanız. Uzmanlaşmanın, ağdalı bir dil kullanmanın, teknik ayrıntılarda boğulmanın, bilerek veya bilmeyerek çoğunluğu kendilerini doğrudan ilgilendiren meselelerden uzak tutmanın bir aracı olduğunu düşünüyoruz. İktisat formasyonundan geçmedik, matematiksel iktisadın yanına dahi yaklaşmadık, ama piyasada konuşulan iktisadın sadece iktisattan ibaret olmadığını da biliriz. İktisat dediğimiz şey son tahlilde ekonomi politiktir. Zaten doğuşu itibarıyla da böyle doğmuş ve sonradan kasıtlı olarak saf iktisada doğru evrilmiştir. Saf iktisada doğru evrilirken de açıkça bir ideolojiye dönüşmüş ve iktisat ideolojisi dediğimiz şey ortaya çıkmıştır. İktisat dediğimiz şey ekonomi politiktir yani politikadan asla yalıtık değildir. Saf iktisadi kararlar ve süreçler olarak anlatılan her şeyin geri planında politik iradeler ve müdahaleler vardır. 

Bunları anlatmamızın nedeni Türkiye'nin yaşadığı son süreçlerle ilgilidir. İktisat ideolojisinin gözümüze çektiği sis perdesini aralamadığımız taktirde olan bitenlerden bihaber kalırız. Bir taraf ekonomik kurtuluş savaşı verdiğini söyleyip diğer tarafta onu daha faiz/ enflasyon denklemini dahi bilmemekle suçladığında hepten açığa düşeriz. Bütün yaşanılanların geri planında buhranın yıkıcılığını emekçi halk sınıflarına yüklemeye çalışan bir politik irade bulunduğunu, sermaye içi savaşlarda siyasi iktidarın tercihlerini kendine yakın fraksiyonlardan yana kullanmaya başladığını, uzun süredir devam eden buhranın halk sınıflarının örgütsüzlüğü nedeniyle emekçi sınıflara yükleneceğini göremeyiz. 

Temsil kabiliyeti yüksek iktidarlar burjuvazinin tüm fraksiyonları arasında uzlaşmalar üretip emekçi sınıfları da üretilen bu mutabakatların peşine takma yeteneğini gösterirler. Bu dönemler ya kriz sonrası dönemlere yada kapitalizmin genişleme dalgalarına denk gelir. AKP'de yıkıcı bir kriz sonrasında böylesine şanslı bir dönemde iktidara gelmişti. Derviş uyguladığı şok terapi ile AKP'nin önünde sürat yapabileeği bir pist yaratmıştı. Mali sistem sıkıca kontrol altına alınırken, üst kurullar ile siyasetin piyasalara müdahalesine sınırlar çekilmişti. Kapitalizmin merkezindeki sermaye sıfıra yaklaşan faizler nedeniyle kar marjını arttırmak için Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeleri tercih etmişti. Uzun süredir yapılmayan özelleştirmelerin de hızla yapılmaya başlanılmasıyla bir para bolluğu yaşanıldı. Türkiye bu parayı alt yapısını sağlamlaştırmak, sektörel tercihlerini yaparak teknoloji yoğun bir aşamaya geçmek, eğitim ve sağlık alt yapısını halk sınıfları yararına nitelikli hale getirmek yönünde değil tüketim odaklı olarak kullanmayı tercih etti. 2010'lu yıllara kadar devam eden ve sürdürülebilirliği olmayan bu büyüme AKP'nin seçmen kütlesini genişletmeye ve konsolide etmeye yaradı. Bunlar aracılığıyla rejim değişiklikleri gerçekleştirildi. 

2008 yılında dünya kapitalizmi büyük bir krizin içine girdi. Krizden çıkışta ekonomik politikalar değiştirilmedi. Finansal enstrümanlar kullanılarak, yurttaşların tamamı neredeyse borçlu insan haline getirilerek ve toprağın, mekanın sermaye birikiminin kaldıracı haline getirilmesine çalışılarak krizler ötelenmeye çalışıldı. Harvey gelişmiş kapitalizmlerde toplumsal sınıflar arasında oluşmuş mutabakatın devamı için %3'lük bir büyümenin şart olduğunu söylüyor. Bunun altındaki bir büyümenin mutabakatı çatlatacağını, sınıf çatışmalarını keskinleştireceğini, siyasi düzendeki istikrarı yok edeceğini belirtir. 2008 dünya kapitalizminin krizine sermaye yeni bir model ve alternatif üretmeden yoluna devam etti. 

Aynı şeyi Türkiye içinde söyleyebiliriz. Bu yıllarda Erdoğan krizin Türkiye'yi teğet geçeceğini söylüyordu. Amerika'da olduğu gibi konut piyasasında sert bir çöküş yaşanmadı, ancak Erdoğan rejimi de ileriye kaçarak krizin etkilerini hafifletmeye çalıştı. Bunu ya uluslararası sermayeye çok cazip imkanlar sunarak yaptı yada para politikalarına asılıp kredi miktar genişlemesine yüklenip orta sınıfların tüketim iştahlarını kamçılayarak yaptı. AKP açısından işlerin rast gitmediğinin en net göstergesi o güne kadar başardığı sermayenin tüm fraksiyonlarını temsil etme kapasitesinin giderek zayıflamaya başlamasıydı. AKP o zamana kadar burjuva sınıflarının tümünün çıkarlarını gözetirken esas olarak TÜSİAD'da somutlanan sermaye çevrelerini kolluyordu. Derviş ile başlayan Babacan ile devam eden dönemin ekonomi politikalarında kollanan sermaye fraksiyonu TÜSİAD'da simgeleşmiş ve uluslararası sermaye ile çok yönlü olarak bütünleşmiş, mali piyasalarda söz sahibi, sanayi kapasitesinin büyük bölümünü elinde toplayan sermaye çevreleriydi. Bu dönemden başlayarak, iktisadi daralmanın da etkisiyle AKP giderek daha organik ilişkisinin olduğu sermaye çevrelerini gözetmeye başladı. Bir kısım siyasi analizlerde bu durum Batıcı/laik sermaye ile İslamcı sermaye arasındaki sınıf savaşları olarak değerlendirilirken popüler kullanımda ise yandaş ve yandaş olmayan sermaye kavgaları olarak hikaye edildi. Bu kavganın kendisini en bariz, somut olarak gösterdiği muharebe alanı ise izlenen para politikaları ve daha özelinde faiz meselesiydi.