1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. 24 Nisan’da Hırant’ı ararken
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

24 Nisan’da Hırant’ı ararken

A+A-

Biden’ın 24 Nisan mesajında 1915 yılında Osmanlı devleti ile Ermeni vatandaşları arasında yaşanılanları soykırım olarak nitelendirmesini bugün ABD’yle ilişkilerde yaşanılan krizlerden bağımsız düşünebilmek mümkün değildir. Emperyalist güçlerin ne tarihe sadakatleri  ne de halkların yaşadığı acılar karşısında hassasiyetleri vardır. Kendileri de geçmişlerinde onlarca katliama, kıyıma imza attıkları için bu konularda insani jestler gösterdiklerine inanabilmemiz de mümkün değildir. 

Bu gerçekleri dönüp onların yüzüne haykırmanın da kendimizi rahatlatmaktan, sorunları halının altına süpürmekten başka bir anlamı olmayacaktır. Önemli olan bu toprakların insanı olarak yaşanılanları hangi hukuki terminoloji ile  nitelendireceğimizden ziyade tek taraflı suçlamaları ve savunmaları bir yana bırakarak davranmayı becerip beceremeyeceğimizdir. Geçmişimizi sağlıklı bir biçimde tartışabiliyor muyuz? Bu tartışmanın ortaya çıkaracağı sonuçları baştan reddetmeden kabullenmeye hazır mıyız? Böyle bir tartışmanın yaratacağı demokratik imkanların farkında mıyız?

Halkların tarihindeki nahoş hadiseler ilk defa Ermeniler ile diğer Osmanlı yurttaşları arasında yaşanılmış değildir. Habil ile Kabil’den beri bilinen hikayedir kardeşler arasında cinayet işlenir ve kavimler birbirlerini acımasızca yok eder. Bu yaklaşım yaşanılanları sıradanlaştırıp önemsizleştirme maksadı taşımıyor. İnsanlığın karanlık tarihi bu tür karşılıklı olarak yaşanmış vahşiliklerle doludur. Çok az halkın tarihinde böylesi utanç tabloları yoktur. 

Türklerin Anadolu’yu mesken kıldığı zamanlardan bu acı hadisenin yaşandığı döneme kadar iki halk birlikte ve içiçe yaşadı. Ermeniler bu coğrafyanın yerleşik, otokton halklarından biriydi. Doğu medeniyetinin, Doğu Hıristiyanlığının parçasıydılar. Yerleşik bir yaşamları olduğu için de ileri düzeyde bir medeniyet oluşturmayı başarmışlardı. Osmanlı hayatının da canlı bir parçasıydılar. Zanaatçılık, sarraflık, inşaat ustalığı önemli ölçüde onların tekelindeydi. Üretici ve zanaatçı bir cemaat hayatları vardı. Ticarete kafaları birlikte yaşadıkları Türklerden daha fazla çalışıyordu, çünkü Türkler idarecilik, askerlik yaparken Osmanlı’nın yarattığı toplumsal işbölümü içerisinde onlar da bu alanlarda kendilerini geliştirmişlerdi. 

Bu içiçe yaşanmışlık her zaman barış içinde devam etmiyordu. Osmanlı’daki millet sisteminden kaynaklı olarak tam bir bütünleşmeden söz edebilmek zaten mümkün değildi. Kendi özel hukukları vardı, kilise açabilmeleri özel izne bağlıydı ve yaşadıkları mahalleler de keskin hatlarla Müslüman ahaliden ayrılmıştı. Ancak yüzyıllarca birlikte yaşamanın getirdiği kültürel yakınlıklar çok fazlaydı. Bu toprakların yarattığı özel alaşımdan her halk gibi onlarda paylarına düşeni alıyordu. Doğu kavimlerinin birlikte yaşama alışkanlıkları İmparatorluk yapılarının dayanıklılığından kaynaklı olarak modernlik başlayıncaya kadar yıkıcı sınavlarla daha henüz karşılaşmamıştı. 

İmparatorluk dağılırken, bilerek ve istenerek girilmiş bir emperyalist savaş içinde bu güçlerinde yoğun müdahaleleriyle iki halk arasında travmatik sonuçlar doğuran ağır hadiseler yaşandı. Bu hadiselerin yaşanmasında Osmanlı devlet ricalinin almış olduğu tehcir kararının uygulamada bu kadim halkın katliamına dönüştüğünü hiçbir aklı başında insan inkar edemez. Bunu inkar etmek, mazeret üretmek, türlü bahanelerin arkasına saklanmak ne insafla ne de ahlakla bağdaşır. Bir gece yarısı bir halkın tüm ileri gelenlerinin tutuklanması, binlerce insanın hiçbir hazırlık yapmalarına izin verilmeksizin sonu belirsiz bir yolculuğa çıkartılmasının savaş koşullarında dahi haklı gerekçeleri olamaz.  Ermeni tedhiş örgütlerinin Ruslarla işbirliği yapması, Osmanlı ordusunu arkadan hançerlemesi alınan bu kararı makul ve anlaşılır kılamaz. Hele ölümleri mukayese ederek bir halkın yaşadığı trajediyi küçümsemek böyle düşünenleri sadece insanlıktan çıkarır. Bütün bu yaşanılanlar sonucunda Ermeniler  bin yıldır yaşadıkları toprakları bırakıp dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Diasporada yaşamanın da etkisiyle yaşadıklarını toplumsal bilinçlerinin kurucu unsuru haline getirdiler. Bu konuda onları suçlamadan önce anlamaya çalışmalıyız. 

Türkler ise Osmanlı devletinin aldığı karara değişik düzeylerde fail olarak katıldıkları için üzerlerine sinen suçluluk duygusuyla hiçbir zaman yüzleşemediler. Genç Cumhuriyet başlangıç da hadiseyi İttihatçı önderliğin üzerine yıkıp kendisini dışarda tutmayı tercih etmişse de bu yaklaşımını uzun süre devam ettiremedi. Bunda İttihatçı kadroların önemli bir bölümünün sonradan kılık değiştirip genç Cumhuriyetin yönetici zümreleri haline gelmiş olmalarının da etkileri vardı. Velhasıl taraflar tarihlerini travmalarıyla beraber yaşamaya devam ettiler. Her travma gibi bilince çıkartılıp yüzleşleşilmediği içinde yarattığı marazlar ağırlaşarak devam ede geldi. Bu işten de en fazla iki tarafın ırkçı ve fanatik milliyetçileri istifade etti. Onların kendilerini yeniden üretmeleri için önemli bir araçtı yaşanılanlar ve yüzleşmeden kaçınmak için fırsattı. Bu toprakların has evladı rahmetli Hırant kendi acılarını süzmüş bir insan olarak iki halkı birbirine yakınlaştırmak için büyük çabalar gösterdi. Ancak barış güvercininin yaşanmasına kandan beslenen cellatlar izin vermedi.

Hırant’ın mahkemesi bile Türkiye’deki iktidar mücadelelerinin aracı haline getirildi. Devletin neredeyse bütün aktörlerinin dahil olduğu kollektif bir mekanizmayla bu değerli insan katledildi. Halklarımız için de büyük bir fırsat heba edilmiş oldu. Bugün ihtiyacımız olan şey milliyetçi galeyanların ötesinde, empati hisleri yüksek, ayakları bu topraklara basan, her iki halkada hakikatleri çekinmeden anlatacak insanların  sağduyulu, cesur çıkışlarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar