Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Marksizm ve Din

A+A-

Marx’ın dine bakışı diyalektikti. Dinde hem kabullenmeyi hem de bir başka dünya umudunun ipuçlarını görebiliyordu. Bunda felsefi olarak Alman idealizmi geleneğinden gelmesinin ve o geleneğin zirvesi kabul edeceğimiz Hegel’i eleştirsede filozofa olan minnetini her defasında ifade etmesinin büyük etkisi vardı. Gençlik yazılarında sol Hegelcilik üzerinden din eleştirisini tamamlayan Marx bir daha bu konularla ilgilenmemişti. Aydınlanma çocuğu olan Marx açısından dinin felsefi eleştirisinin yapılmış olması olguyu gündeminden çıkarması için yeterliydi. Zaten sanayi devrimiyle birlikte dinsel olgu toplumsal alandan da geri çekiliyor ve özne olarak tarih sahnesine işçi sınıfı çıkıyordu. 

Aralarındaki entelektüel iş bölümü gereği komünizmin tarihteki kökleri ile ilgili araştırmaları yapmak Engels’in göreviydi. Engels hem ilk Hıristiyanlarla ilgili çalışmasında hem de Reformasyon döneminin en büyük isyanlarından olan Alman köylüsü Münzer’in ayaklanmasını incelediği eserinde olgunun türlü yönleriyle ilgilenme fırsatı bulmuştu. İlk Hıristiyanlar Engels’e göre dönemlerinin komünistleriydi. İsevi hareketin başlangıç aşamasındaki toplumsal tahayyülü komünizmden farksızdı. İsa dinini zenginlere, varsıllara, muktedirlere muştulamamıştı. Her defasında onların Rabbin ilgisine mazhar olabilmeleri için servetlerini yoksullara dağıtmaları gerektiğini vazetmişti. Etrafında toplananlar Yahudi toplumunun dışlanmışları, düşkünleri ve salt emeğiyle geçinenlerilydi. İlk inanan ve havari olarak kabul edilenler balıkçılar, çobanlar, işsiz güçsüzlerdi. 

Engels Münzer isyanını toplumsal sınıfların konumları açısından yorumlarken bu isyana daha çok yoksul köylülerin, emeğiyle geçinip artizanal üretim yapan zanaatlarların destek verdiğini söylüyordu. İsyanı tarihteki “ komünist yankılardan “ biri olarak değerlendiriyordu. İsyanın yıkıcılığını, İncildeki sözlerin bir kalkışma için nasıl dönüştürüldüğünü metinler üzerinden tahlil ederken başarı şansının mümkün olmadığını belirtiyordu. Münzer önce Reformasyonun sözcüsü kabul edilen Luther’in peşine takılmış isyan bayrağına onun 95 tezini yazmış ise de yoksullar etrafında birikmeye başladıkça isyanının içeriği komünizan taleplere doğru genişlemeye başlamıştı. Bu Luther’in temsilcisi olduğu Alman Prensliklerinin Vatikan’a, Papaya karşı olan taleplerinin aşılması demekti. Luther amaçlarına ulaştıktan sonra düzenle uzlaşırken Münzer’i dinen afaroz eden fetvalar vermişti. Münzer silahlı bir komün kurmuştu. Herşey ortaktı burada, gaspedilen zenginlikler eşit biçimde yoksullara dağıtılıyordu. Ondan önce de Husçu bir isyan sözkonusudur 13.yüzyıl Sakonya’sında. Ortaçağ denilen karanlık olarak nitelenen dönemde irili ufaklı böyle sayısız isyan ve kalkışma gerçekleşmiştir. Bir ara yazarız bunlarıda...

Engels hem ilk Hıristiyanlara hem de Münzer isyanına toplumsal sınıflar zaviyesinden bakıyordu. Olgular hangi sınıfsal zemine yaslanıyor ve ne tür talepleri gündeme getiriyordu. Dinin içeriğindeki köklü değişim, kutsallaştırılmış sözlerin kullanımındaki anlam kaymalarıyla çok ilgilenmiyordu. Yoksullar sınıfsal dürtü ve ihtiyaçlarla ortaya çıkıyorlardı. Halbuki hem ilk Hıristiyanlıkta hem de Münzer isyanında yoğun bir tinsellik söz konusudur. Toplumsal çürüme, dinsel kastlaşmanın her iki olguda da yüksek sınıflarla bütünleşmesinin yarattığı ruhsal tıkanma, içeriksizleşme, tinsellik kaybı gözardı ediliyordu. Yoksullar sadece kaba maddi dürtülerle değil yoğun tinsel arayış ve beklentilerle de harekete geçiyordu. Onları bunca eziyeti, dışlanmayı , afarozu göze almaya sürükleyen imanlarına yükledikleri umut, beklenti ve özlemlerdi aynı zamanda. 

İkinci Enternasyonal temsilcileri bilimsel, pozitivist ve mekanik bir Marksizm kavrayışına sahiptiler. Engels’in vulger bir tilmizi kabul edeceğimiz Kautsky ve yaratıcı bir düşünür olan Roza dışında dinsel olgu ve düşüncelerle yoğun biçimde ilgilenen başka kimse çıkmadı aralarından. Kautsky’in “ Thomas More ve Ütopyası “ Türkçe de yayınlandı ve elimizin altında duruyor. Kautsky Engels’in risalesine öykünerek More’u bilimsel sosyalizmin geride bıraktığı bir düşüncenin temsilcisi olarak resmeder. Ütopya’ya yüklenmiş umutlar, beklentiler, hayaller üzerinde pek durmaz. Modernite koşullarında işçi sınıfının mücadelesi bu içerikleri de  üstlenmiş, fakat sınıf da ekonomik mücadelenin nesnesi olmakla sınırlanmıştır. Din kültüre indirgenmiş ve kültür bir üstyapı kurumu kabul edildiğinden din ile münhasıran ilgilenmenin önemi kalmamıştır artık.

Roza Lüksemburg ise 1905 tarihli “ Sosyalizm ve Din “ başlıklı uzun yazısında işçi sınıfının devrimci mücadelesinin karşısına karşı devrimci bir güç olarak çıkan kurumsallaşmış dini yani kiliseyi inceleyerek başlar. Roza sınıfsal düzeyde bir analizle başvurmakla birlikte içkin eleştiri yöntemini kullanarak Hıristiyanlığın içerden bir eleştirisini yapar. İncil metinlerinden, İsa’nın hayatından örnekler vererek papazların, rahiplerin bu gelenekten ne kadar uzaklaştıklarını tespit eder. Roza dinin egemenlere terk edilemeyecek, papazlara bırakılmayacak kadar önemli bir mesele olduğunu söyler yoksullar açısından. İdeolojik mücadele için bu alanın sağlam bir bilgisiyle donanmak şarttır. Hıristiyanlık Marksistler açısından kendi ütopyaları ve mücadeleleri için ilham vericidir. Egemen sınıfın hizmetine girmiş ve yoksulları kendi gerçek hayatlarının bilgisinden her gün alıkoyan papazlarla Hıristiyanlık üzerinden diyalog ve mücadele işçi sınıfının kurtuluş için ertelenemez bir görevdir.

Lenin ezilenlerin bir yeryüzü cenneti kurmak uğruna verdikleri mücadelenin birliğinin gökyüzü cenneti kurmak için verdikleri mücadeleden daha önemli olduğunu belirterek Bolşevik Partisi’nin proğramında militan bir ateizm propagandası yapılması taleplerine karşı çıkıyordu. Lenin için işçilerin dinler, mezhepler üzerinden bölünmesi doğru değildi. İşçi sınıfına siyasal bilincin ancak dışarıdan taşınacağını düşünen Lenin sınıfı bölecek, ayrıştıracak her türlü girişime karşı çıkıyordu. Daha çok Yahudi işçileri örgütleyen Bund isimli sendikal örgütlenmeyi bu nedenlerle şiddetle eleştiriyordu. Bir papazın Bolşevik partiye üye olup olamayacağı yönündeki soruya “ bizim proğramımızı kabul ettikten sonra bir sorun olmayacağını, felsefi düzeyde yaşayacağı çelişkinin kendisini ilgilendireceğini “ söyleyerek yanıtlıyordu. 

Lenin birinci dünya savaşı çıktığında teorik olarak büyük bir krize girdi. Ustası kabul ettiği Kautsky’ler, Plehanov’lar kendi savaş hükümetlerini desteklemiş, parlementolarına gelen savaş bütçelerine parmak kaldırmış, 2.Enternasyonal’in aldığı savaş karşıtı kararları unutmuşlardı. Yaşanılanın sadece bir siyasal kriz değil teorik kriz olduğunu fark eden Lenin 1915 yılının tamamını Hegel okumaya ayırdı. Hegel üzerine notları daha sonra “ Felsefe Defterleri “ olarak yayınlandı. Bu okumalar Lenin’i Hegel’in diyalektiğini çağının krizleri karşısında yeniden sınamaya itti. Bunun sonucu yeni teorik keşifler olarak ortaya çıktı. Emperyalizm analizi, ulusal mesele ve sömürgeler sorunu, Devlet meselesine yaklaşımda devrimci kopuşlar gerçekleştirdi. Ulusal meselede Rusya bir halklar hapishanesiydi ve bu halkların büyük çoğunluğu da Müslüman ve Türkikti. Hiçbir önyargıya ve şovenizme kapılmadan bu halkların devrimci potansiyellerinin farkına vardı ve stratejisinde değişiklikler yaptı. Ekim devrimi bu zihnin ürünü oldu. 

Lenin Marx sonrası kuşaklar içinde dine stratejik ve örgütsel düzeyde diyalektik yaklaşabilen en olgun Marksistir. Bunda iki etkenin rol oynadığı kanaatindeyiz. İlki örgütsel  konulardaki o müthiş sezgileri diğeri ise Hegel’in diyalektiği üzerine yoğun düşünmesi. Bir yerde iyi bir idealisti kaba bir materyaliste tercih edeceğini söylemişti. Devrimden sonra ise Hegel dernekleri kurmaya özendirmişti yoldaşlarını. 

Yazı uzadı Marksizm içindeki asıl tinselci, romantik denebilecek damarı ise bir sonraki yazıda anlatalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar