Milli İradecilik El Değiştirirken 4
Türkiye sağının ‘milli iradeciliği’ gücünü sandıkta halktan aldığı desteğe dayanıyordu. Çok partili hayat sağ ile sol arasında dillere pelesenk olmuş bir şablonu yerleştirmişti. Bu şablona göre Türkiye halkının %65’i sağa destek verirken solun aldığı destek bunun yarısını ancak geçebiliyordu:%35. Sağa verilen destek Türkiye halkının dindar-muhafazakâr olmasıyla açıklanırken solun aldığı %35’lik destek ise çağdaşlık-modernlikle izah ediliyordu. Bu nedenlerle çok partili hayatın büyük bölümünde hep sağ partiler iktidar olurken solu temsil ettiği düşünülen CHP bu dönemin neredeyse tamamını muhalefet partisi olarak geçirmişti. Bu şablonun sorgulanmaksızın aldığı onayda ne sınıfsal parametrelere ne de çok partili hayata geçişle aynı anda başlayan soğuk savaş zembereğinin devletin yapısında yarattığı köklü değişikliğe yer vardı. Sandığın hep sağ partileri iktidara getirmiş olması bu partilere bol keseden demokrat sıfatı verilmesine neden olurken sol ile özdeşleşen CHP’nin muhalefete olan mahkûmiyetinin kaynağı olarak seçkincilik, halka yabancılık gibi kültürel motiflere öncelik tanınıyordu. Türkiye’de sınıfların oluşmamış olması nedeniyle modern anlamda sınıfsal çelişkilerin bulunmadığından bahisle asıl çelişkinin kültürel cephede ortaya çıktığı iddia ediliyordu. Bu görüşleri ileri sürenlerde şablonculuktan uzaklaşamıyordu.
Hâlbuki hikâye tam da böyle anlatıldığı gibi değildi. Tek parti döneminin bütün yükünü sırtında taşıyan CHP iktidarı Demokrat Partiye kaybettikten sonra yapılan ikinci seçimde oylarını %41’e taşımış ve diğer muhalefet partilerinin aldığı oylarda hesaplandığı takdirde DP’nin oyları %50’nin altına düşmüştü. Dar bölge seçim sistemi uygulandığından DP meclis çoğunluğunu elde ettiyse de meclise önemli sayıda muhalefet milletvekili girebilmişti. Sosyalizmin sesini Türkiye’de geniş kitlelere ulaştıran ilk parti olma şanına sahip olan Türkiye İşçi Partisi girdiği ilk seçimlerde %3’e yakın bir oy alacak ve nispi seçim sisteminin etkisi ile meclise 15 milletvekili taşıyacaktı. DP karşı girdiği ikinci seçimde tek parti yıllarının yükünü taşıdığı için CHP’nin oyları %30’un bile altına düşerken 1965 seçimlerinde bu defa 27 Mayıs’ın yarattığı tepki CHP’ye yöneldiğinden partinin oyları seçimlerden birinci çıkan Adalet Partisinin oyunun yarısının biraz üzerine çıkabilecekti. Ancak aynı CHP sekiz yıl sonra birinci parti olurken 1977 seçimlerinde oylarını tarihte aldığı en yüksek yere çıkaracaktı. Bu bilgiler bile yukarıda anlatmaya çalıştığımız şablonun çürüklüğünü ortaya koymak için yeterlidir.
Sağ bu şablona kendisi dâhil herkesi inandırmayı başardığından ‘milli iradecilik’ söylemini de tekeline almayı başarmıştı. Milli iradecilik gücünü sandıktan, halktan alıyordu. Halk dürüst, adil ve şaibesiz seçimlerde oy kullandığında her defasında sağ partileri iktidara getiriyordu. Sağ için demokrasinin yegâne ölçüsü de sandıktı. Eğer demos sözcüğünün anlamını antik anlamına uygun biçimde ele alacaksak demokrasi çoğunluğun yönetimi demekti. Çoğunluğun iradesinin açığa çıktığı yer ise sandıktı. Eğer yine bir parti sandıktan çıkmayı başarıyor ise halkın iradesini arkasına alıyor ve demokrasinin biricik ölçüsünü de yerine getiriyor demekti. Sağın tahayyül dünyasında demokrasi sandıkla özdeşleşiyor ve demokrasinin diğer tanım ve tarifleri karşısına Türk sağı ‘milli iradecilik’ söylemiyle dikiliyordu. Bu söylem sağ iktidarların anti-demokratik uygulamalarına bir kılıf olduğu gibi bu iktidarlar ile egemen sınıflar arasındaki ilişkiyi gözden uzak tutuyor, askeri darbelerin ortaya çıkmasındaki katkılarını da perdeliyordu. Soğuk savaşın etkisi ile devlet sınıfları ile kaynaşan sağ iktidarlar iken yine bu iktidarlar kendilerini her darbenin mağduru olarak göstermeyi başarıyordu.
Ne toplumun ne de devletin gerçek bir analizi yapılamadığından ortalığı uyduruk açıklamalar istila ediyordu. Akademideki cılız sesler dışında sağın ‘milli iradeciliği’ değişik kılıflar, söylemlerle geçer akçe kabul ediliyordu. Güçlü devlet analizi ile merkez –çevre modeli çok sorgulanmaksızın özellikle 80’li yıllarda prim yapmaya başlayacaktı. Bunda aydın ve entelektüellerin Marksizm’den kaçışı da etkili olacaktı. Her zaman moda düşüncelere eğilim göstermiş Türk fikir geleneği en son moda düşünceleri ölçmeden-biçmeden almaya zaten hazırdı. Solun devlet şiddeti ile siyaset dışına itildiği, duvarın çökmesi ile sosyalizmden adeta kaçıldığı bir dönemde moda düşüncelere merakı ile bilinen aydın ileride uydurma olduğu anlaşılacak tezlere kendini kaptıracaktı. Güçlü devlet analizi toplumsal sınıfları inkâr ederek devleti sınıflardan bağımsız ve adeta kendisi özgün sınıfsal çıkarlara sahip bir kerteye yükseltirken merkez-çevre analizi Türk sağını çevreye yerleştirirken devletçi-bürokratik ve seçkinlikle itham ettiği solu merkeze taşıyordu. Sağın temsilini üstlendiği dindar ve muhafazakâr kitleler demokrasinin asıl güvencesiydi. Bu kitlenin kültürel özellikleri öne çıkartılırken sınıfsal olarak neye karşılık düştüğü hiç merak edilmiyordu. Tutucu merkez karşısında çevre demokrasiyi simgeliyordu. Elit akışını düzenlediği gibi geniş kitleleri demokrasiyle tanıştırıyordu.
Şu son kısımda anlattığımız her şey AKP’nin elinde ‘milli iradeciliğin’ bir sosu haline gelecekti. Bu çevrelere göre AKP’de kendinden önceki tüm sağ iktidarlarda olduğu gibi çevrenin otantik temsiline soyunmuştu. On yıllardır sistemden dışlanan dindarlar bu sayede merkeze doğru gelmiş ve merkezle bütünleşmişlerdi. Eski merkezin seçkinci, elitist yapısına karşılık yeni merkez halkçılığın nüvelerini taşıyordu. Artık Türkiye’nin merkezi değişmiş ve nihayet çevre ile merkez barışmış ve cumhuriyetin kuruluşu ile sistemden dışlanan dindar ve muhafazakârlar iktidarın yeni sahipleri olmuştu. Eski merkezin dışlayıcı, tekçi ve inkârcı geleneğine karşılık yeni merkez çoğulculuğa ve farklılıklara açıktı. Türkiye’nin özgün, otantik burjuva devrimi de 100 yıl sonra bu sayede gerçekleşmiş olacaktı. İçerideki ve dışarıdaki özgün koşullar sayesinde iktidara taşınan AKP’nin ise böyle bir derdinin olmadığı önündeki bütün çakıl taşları temizlendikten sonra anlaşılacaktı.
Türk sağının kadim geleneğinin olduğu gibi AKP’nin de demokrasi diye bir derdi yoktu. Demokratik değerlere sadakati sadece kendine hizmet ettiği müddetçe vardı. Yeter söz milletin diyerek iktidara gelmiş olan DP nasıl ikinci iktidar döneminden başlayarak CHP’nin varlıklarına el koymuş ve tahkikat komisyonları kurmak suretiyle çoğunluğunu ele geçirdiği meclise yargı yetkisi vermek suretiyle muhaliflerini tasfiyeye yeltenmişse AKP’de üçüncü iktidar döneminin başlamasıyla birlikte yol arkadaşlarını tasfiyeye, birlikte yol yürüdüklerini iktidarından uzaklaştırmaya ve eline geçirdiği iktidarı başka hiçbir güçle paylaşmamayı karar vermişti. Türk sağının geleneğinde ki AKP’yi rahatlıkla buraya dâhil edebiliriz ikinci dönemden sonra otoriterleşme ve üçüncü iktidar dönemi ile birlikte de otoriterliğin ötesine geçen pratikler vakayı adiyeden olmuştur. Milli iradeciliği yüceltirken demokrasiye tahammülsüzlüklerinin asıl nedeni de buradan kaynaklanmaktadır. Demokrasi sadece çoğunluğun yönettiği rejimin adı değildir. Demokrasiler çoğunluğa yönetme hakkını verirken çoğunluğun dışında kalanlara da güvenceler sunar. Çoğunluk olmayanlar bir gün kendilerinin çoğunluk olma imkânına ancak demokrasiler sayesinde sahip olacaklarına inandıkları için demokrasiye sadakat bildirirler. Demokrasi çoğunlukçu değil çoğulcu rejimin adıdır. Farklılıklara, başkalıklara demokrasilerde tolerans gösterilmez bunlar demokrasilerin sine qua non’u kabul edilir. Milli iradecilik demokrasinin şartı olmakla birlikte her şeyi değildir.