1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Modern Anti-Semitizmin Kökenleri
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Modern Anti-Semitizmin Kökenleri

A+A-

Anti-Semitizm ile ilgili ilk yazıda 19.yüzyılın başlarında Prusya’da ortaya çıkan ve daha çok soylular tarafından gündeme getirilen siyasi anti-semitizmin çıkışına odaklanmıştık. Bu yazıda ise modern anti-semitizmin doğumuna ilişkin bir arkeolojik kazı da bulunacağız. Arkeoloji Fransız düşünür Michel Foucault’nun çalışmalarında sıklıkla kullanmayı tercih ettiği bir kavram. Kendisini düşünce sistemleri tarihçisi olarak nitelendiren düşünür modern kurumların ortaya çıkış koşullarını anlamaya çalıştığı araştırmalarını bir tür arkeolojik kazı yapmaya benzetir. Arkeologlar çalışmalarını insanlığın geride bıraktığı tarihsel miras üzerinde sürdürürken Fransız düşünür arşivlere odaklanır ve kazısını ağırlıklı olarak arşivde yürütür. Modern anti-semitizm modern bir olgu olarak ortaya çıktı. Modernitenin doğumunu hazırlayan koşullar anti-semitizmin bu yeni biçiminin de ortaya çıkmasına ebelik yaptı.

Modernitenin en temel özelliğini Alman sosyolog Max Weber keşfetmişti. Modernite bir kutsallık yitimi, büyüden arındırma süreciydi. Dinselliğin kamusal alandaki görünürlüğünün azalması ve kişinin vicdanına doğru çekilmesiydi. Buna sekülerleşme veya dünyevileşme de diyebiliriz. Sekülerleşme ile birlikte dünyevi sorunlara dünyevi cevaplar verilmeye başlandı. Sekülerleşme hem zihnin hem de gündelik hayatın dinsellikten arınmasıydı. Zihin rasyonelleşerek problemlere kutsal açıklamalar getirmekten uzaklaşırken gündelik hayat da meta ilişkilerinin baskısı altında dinsel düzenlemelerle arasına mesafeler çekiyordu.

Yahudilerin sırf Yahudiliklerinden dolayı dışlanmaları, gettolara sürülmeleri 12.yüzyılda başladı. Yaklaşık 11.yüzyıl Yahudiler ötekileştirilmedikleri bir hayat yaşadılar. Bu süre zarfında sürgüne gittikleri her ülkede çiftçilik, zanaatkârlık ve kısmen ticaret ile uğraşarak hayatlarını idame ettirmeye çalıştılar. 12.yüzyıl ile birlikte değişen sadece Yahudiler değil dünyanın bizatihi kendisiydi. Ticari kapitalizme ilişkin emareler ilk olarak bu yüzyılda kendini göstermeye başladı. Kısa mesafeli ticaret ilk defa bu yüzyılda daha uzak yerlerle yapılan mal değiş tokuşuna yerini terk etmeye başladı. Topraksız bir ulus olarak Yahudiler ebedi sürgünün getirdiği dezavantajları ilk defa lehlerine kullanmaya başladılar. İletişimin, ulaşımın güçlükle yapıldığı bu dönemlerde aynı millete ve aynı dine mensup olmanın ayrıcalığına sadece onlar sahip oldular. Dinsel aidiyetleri mal değiş tokuşunun gerektirdiği güveni kolaylaştırıyordu. Toplumlar meta ilişkilerinin içine doğru çekiliyor ve yüzyıllarca sürmüş olan ataletin dışına çıkıyordu. Metaların değiş tokuşu zanaatçılığı teşvik ettiği gibi toplumun gözeneklerinde piyasa ilişkilerinin hâkim hale geleceği ilk biçimleri de doğuruyordu. Dinsel tahayyülde bu etkilenmenin dışında kalamıyordu.

Hıristiyanlık Yahudiliğin zıddı olarak ortaya çıkmıştı. Yahudilik topluluk inşa edici ve onun sınırlarını çizen bir dindi. Musa bu topluluğun hem peygamberi hem de siyasi şefiydi. Topluluk varlığını devam ettirebilmek için katı bir şeriata sahipti. Tevrat’ta uymakla yükümlü olunan yasakların sayısının 600’den fazla olduğu söylenir. Hıristiyanlık, Helenizmin güçlü etkisi altında sadece bir topluluğa değil tüm insanlığa çağrıda bulundu. Eski Yunan düşüncesi Makedonya kralı İskender’in fetihleri sayesinde bilinen dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına almıştı. İskender’in kurduğu imparatorluk eski Yunan düşüncesinin birikimini Yunan ana karasının çok uzaklarındaki topraklara kadar ulaştırdı. Bu birikim o dönemde karşımıza Stoacılık olarak çıktı. Yukarıda adından söz ettiğimiz Fransız düşünür Foucault eski Yunan ve ilkel Hıristiyanlık üzerine yaptığı çalışmalarda stoacılığın Hıristiyanlık üzerindeki güçlü etkilerinin altını çizmişti. 12.yüzyılda Hıristiyanlıkta meta değiş tokuşlarına ayak uydurmak zorunda kaldı. Dante’nin ölümsüzleştirdiği Araf cennet ile cehennem arasındaki bir yerdi ve günahları bağışlanabilir müminler bir süre Araf’ta kalıp cezalarını çektikten sonra Tanrı’nın cennetine kabul ediliyordu. Değiş tokuşun gücü dolayısıyla ticaretin gücü Araf’ı doğurmuştu. Bunun Floransa’da yaşayan Dante gibi birisi tarafından ölümsüz bir yapıta dönüştürülmesi de tesadüf olamazdı. Floransa bu dönemde ticaretin çok geliştiği ve bağımsızlığına sahip çıkmak için Roma’da yaşayan Papa ile kavga eden bir şehirdi. Bu mantıksal süreç endüljans uygulamasına kadar varacaktı. Papadan özel yetki alan kiliseler kendilerine büyük bağışlarda bulunan müminlere cennette yer satacaktı.

Yeniden Yahudiliğe dönecek olursak; 12.yüzyılda başlayan bu süreç Yahudileri önce tüccarlıkta uzmanlaştırdı. Ancak ticaretin yaygınlaşması ile birlikte bu meslek diğer din ve milliyetlere de açık hale gelecekti. Ticaret sayesinde Yahudiler öncelikle ciddi bir sermaye birikimine sahip oldular. Sahip oldukları birikim nedeniyle kolayca hedef haline gelmeye başladılar. Hıristiyan taassubu Yahudileri çok kolay günah keçisi haline getiriyordu. İsa’nın katlinin sorumlusu oldukları gibi akla gelebilecek, tahayyül gücünü zorlayan her türlü ahlak dışılığında temsilcisiydiler. Ticaretin ve zanaatın yasaklanması Yahudileri uzun yüzyıllar öyle algılanmalarına neden olacak tefeciliğe zorladı. Hıristiyan toplumları gettolara hapsettiği Yahudilere hayatlarını sürdürmeleri için başka seçenekler tanımıyordu. Tefeci oldukları için masum insanların hayatlarını mahvediyor, aileleri parçalıyor ve ağlarına çektikleri insanları felakete sürüklüyorlardı. Ticari kapitalizmin dünyasında Yahudi tefecilik ile özdeşleştiriliyor ve meta ilişkilerinin bütün olumsuzlukları onların hanesine kaydediliyordu. Shakespeare’in Venedik Taciri’nde ölümsüzleştirdiği Sylock tam da böyle biriydi.

Bütün ortaçağlar boyunca ve Modernitenin ilk dönemlerinde karşımıza çıkan Yahudi figürünü etiketleyen asıl yanı inancıydı. Dini bir Yahudi’yi Yahudi kılan asıl şeydi. Yahudi tüm karakterini, hususiyetlerini dininden alıyordu. Sosyo-ekonomik değişim ve dönüşümlerin onun üzerinde hiçbir etkisi yoktu. Modernite öncesinde tüm dünya görüşlerinin temelinde din vardı zaten. İdeolojik kavga ve mücadeleler dinsel kılıflara bürünüyordu. Hıristiyanlığın ötekisi olarak Yahudilik değişmez bir kategoriydi. Daha henüz kapitalizmin ne tarihi yazılmış ne de ciddi bir analizi yapılabilmişti. Değişen Yahudi figürünün sürekli günah keçisi gösterilmesinde kapitalizmin etkileri henüz ortaya çıkartılmış değildi. Aydınlanma bile bu süreci tersine çevirememişti.

Aydınlanma ve onun beraberinde getirdiği yurttaş hakları ile birlikte Yahudiler sürgün hayatlarında ilk defa asimilasyon tercihi ile karşı karşıya kaldılar. Bu tek yanlı değil çift taraflı bir süreçti. Yurttaş hakları tanınan Yahudilerden dinlerini terk etmeleri ve içinde yaşadıkları topluma asimile olmaları bekleniyordu. Yahudi aydınlanması denilen Haskala da Yahudi’den tekilliğini terk etmesini ve evrensele dâhil olmasını istiyordu. Bu düşüncenin sözcüsü filozof Kant’ın da çok yakın bir dostu olan Moses Mendelson’du.

Yurttaşlık hakları ile gönüllü asimilasyonu kabul etmeleri beklenen Yahudiler laik bir devletin üyesi değillerdi. Yurttaşlık hakları pamuk ipliğine bağlıydı adeta. Devrimin gücü nedeniyle tanınan haklar her an geri alınabilirdi. Nitekim Avrupa’ya gericilik hâkim olduğunda yine birçok mesleği yapmaktan alıkonuldular. Sekülerleşmeye rağmen Yahudilere bakış teolojikti. Modernite toplumları sekülerleştirmekle birlikte devletler hala Hıristiyan kimliklerini korumaya devam ediyordu. Devletlerin Hıristiyanlığı tahkim etmeleri bir öteki olarak Yahudileri kararsızlığa itiyordu. Liberal entelektüeller dışında asimilasyona destek çıkan olmadı.

Asıl değişim 19.yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşti. Ve uzun sürgün hayatları boyunca Yahudiler ilk defa teolojik bir bakışla değil ilmi olduğunu iddia eden ırkçı bir bakışla yargılanmaya başladılar. Kapitalizm kabuk değiştirmeye başlamış ve artık primitif bulduğu teoloji ile işini bitirmişti. Şimdi elinin altında ötekileştirme, dışlama mekanizmalarını üzerine kurabileceği yeni bir silaha kavuşmuştu. Batı dünyayı sömürgeleştirirken kendi üstünlükçülüğünü yeniden üretmek için şimdi bilim denilen bir alete sahipti. Antropoloji, coğrafya gibi disiplinler Batı’nın sömürgeci egemenliğine hizmet ediyordu. Yahudiler ise Avrupa’nın tam ortasında topraksız, ortak bir dilden yoksun ve değişik ülkelere dağılmış bir halk olarak iç sömürgeciliğe maruz bırakıldılar. Bin yıl boyunca devam eden teolojik ön yargılar yerlerini ırkçı ön yargılara bırakmaya başladı. Yahudiler artık dinlerinden dolayı değil fiziksel özellikleri ve özellikle sivri burunları ve uzun sakalları ile doğuştan farklıydılar. Bu farkın asimilasyon ile dahi ortadan kaldırılması mümkün değildi. Emperyalizmin ön evresinde evrimciliğin ve pozitivizmin bilim statüsü altında bir ideoloji olarak doğmasıyla birlikte modern anti-semitizm dediğimiz şeyde tarih sahnesinde zuhur etti.

Önceki ve Sonraki Yazılar