1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Saray Yahudileri (2)
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Saray Yahudileri (2)

A+A-

Ortaçağın sonlarına yaklaşırken 16.yüzyılın başlarında Yahudiler, tekrar şehirlerden kovulup köylere, kırlara gönderilmeye başladı. Kolay ‘günah keçisi’ haline getirildikleri için bu durumu bir yazgı gibi kabullenmişlerdi de. Sıklıkla ‘günah keçisi’ sayılmaları topluluk ruhunu diri de tutuyordu. Asimilasyonu önlüyor, varlıklarına bir dinamizm kazandırıyordu. Şehirlerin nispeten korunaklı ortamından kırların tekinsiz dünyasına sürülmek varlıklarını daha da güvencesiz hale getiriyordu. Koruma sağlayabilmek için kırların dünyasına görece hâkim feodal lordlar ile iyi ilişkiler kurmak zorundaydılar. İmdatlarına otuz yıl savaşları yetişecekti.

Avrupa bir kez daha uzun sürecek bir savaşın içine sürüklenmişti ve askeri alanda bir devrim yaşanıyordu. Savaş lordları savaşmayı meslek haline getirmişlerdi, ancak savaş artık daha pahalı, daha masraflı olmaya başlamıştı. Düşman karşısında üstünlük kurabilmek için savaş teknolojisindeki yeniliklere uyum sağlamak, paralı askerlerin ihtiyaçlarını tedarik etmek zorunluydu. Bütün bunları yapabilmek için ciddi bir paraya ihtiyaç vardı. Savaşan paralı askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli parayı ve lojistiği, ancak Yahudiler gibi bu konularda uzmanlaşmış bir grup karşılayabilirdi. Avrupa Ortaçağı tefeciliği bu halk için zorunlu bir meslek haline getirmişti. Yine ticarette de uzmanlaştıkları için paralı orduların ihtiyaç duydukları erzak ve diğer ihtiyaçlar da, ancak onların devreye girmesiyle temin edilebilirdi. Savaş, feodal despotlukların Yahudilere duyduğu ihtiyacı açığa çıkarmıştı ve mutlakiyetçi yapıların gelişmesi bu ihtiyacı daha da zaruri hale getirecekti.

Feodalizmin gerilemesi monarkların güçlenmesini de beraberinde getirdi. Fransa daha 14.yüzyılda böyle bir yola girmişti. 17.yüzyıla gelindiğinde ise hanedan prenslerinin soylular aleyhine güçlenmesi genel bir eğilime dönüştü. 17 ve 18.yüzyıllar ile birlikte mutlak monarkların idaresi altında ulus-devletler ortaya çıkmaya başladı. Monarkların güçlenmesi soyluluğu giderek gereksiz bir sınıf haline getirdi. Monarklar ihtiyaç duydukları para ve askeri eskiden soylulardan karşılıyordu. Ama soyluluk bir parasal ekonomiye değil toprak üzerindeki güce dayanıyordu. Monarklar toprak üzerindeki egemenliklerini soylular aleyhine genişletirken çok daha fazla paraya gereksinim duymaya başladı. Bürokrasinin ve ordunun ihtiyaçlarının karşılanması monarklar açısından ekonomiyi her geçen gün daha önemli hale getirdi. Vergileri arttırmak ve soylular üzerindeki baskıları ağırlaştırmak yeterli değildi. Devlet maliyesinin çekip çevrilmesi için hazır sermayeye ve de işinin ehli kadrolara ihtiyaç vardı.

Feodal dönemde sırtlarını soyluluğa dayayan monarşilerin aynı rolü üstlenebilecek yeni bir sınıfa ihtiyaçları vardı. Soyluluğun miadı dolmaya başladığı için bu rolü tekrar yerine getirmesi düşünülemezdi. 14.Lui Versay Sarayını yaptırırken soyluları yanında ikamete mecbur etmişti. Onları yanında toplayarak taşradaki güçlerini kırmayı hedeflemişti. Soylular servet sahibiydiler, fakat iktidarın merkezileşmesi nedeniyle siyasi ağırlıklarını kaybetmişlerdi. İktidar ilişkilerinin dışına itildikleri için soylular toplum nazarında giderek lüzumsuz bir sınıf haline geleceklerdi. Lüks ve gösterişe kendilerini kaptırdıkları içinde ellerinin altındaki servet eriyordu. Kapitalizm ile birlikte yükselmeye başlayan bir sınıf olarak burjuvalar ise işlerine odaklanmıştı. Devletin girişim özgürlüğünün önündeki engelleri temizlemesini umuyorlardı. Zenginliklerinin kaynağında devletin her hangi bir rolü yoktu. Servetlerinin kaynağı artı-değeri emeğin sömürüsü üzerinden elde ediyorlardı. Sanayici olarak işlerine yoğunlaşmış ve devlet meselelerine kafa yoracak halleri yoktu.

Modern ulus-devlet bir takım özelliklerini işte böylesi bir bağlamda edindi. Devlet toplumun üzerinde yükseliyordu ve toplumdan kopuk bir varlığı vardı. Doğrudan her hangi bir sınıfın organik uzantısı olmadığı için tüm toplum karşısında aynı mesafeye yerleşebilmişti. Devlet sınıflardan, genel olarak toplumdan ve tekil çıkarlardan bağımsız bir görüntü veriyordu. Devlet siyasal birliğini milli kimlik inşası üzerinden kuruyor ve toprağı üzerindeki nüfusun türdeşliğini hedefliyordu. Devletin yerine getirmesi gerekli işlevler her geçen gün çoğalıyordu. Merkantilizm böyle bir ihtiyacın sonucu doğdu. Fizyokratlar toprağı ulusun zenginliğinin ölçüsü yapmışlardı. Merkantilistler devleti ekonominin kaptanı yapmak istedilerse de bu deneylerinde başarılı olamadılar.

Tefeciliği meslek edinmiş Yahudiler, 17.ve 18.yüzyıllarda giderek modern devlete dönüşecek monarkların idaresindeki mutlakiyetçi devletin, ihtiyaç duyduğu mali kaynakları tedarik edecek yegâne güç olarak ortaya çıktı. Avrupa’daki her hükümdarlık hanedanının ve monarkın elinin altında mali işlerini gördüreceği bir saray Yahudisi vardı. Tüm Avrupa genelinde gerekli olan bağlantılara ve kredi olanaklarına yalnızca onlar sahipti.

Feodal savaş lorduna hizmet sunarken dikkat çekmeyen Yahudiler efendilerinin özel hizmetkârları olarak yapmışlardı bunu. Ancak artık maiyetinde çalıştıkları kişi bir prens veya hükümdar haline geldiğinde hizmetinde doğası değişecekti. Giderek prenslerin ve hükümdarların ayrıcalıklarından yararlanan özel bir gruba dönüştüler. Soyluluk unvanları almaya, taltif edilmeye başladılar. Elde ettikleri ayrıcalıkları bir siyasi güce dönüştürme çabasına girmekten uzak durdular. Statülerinin yükseldiğinin, bir tür dokunulmazlık edindiklerinin farkındaydılar, ancak bunu siyasete tahvil etmek konusunda geleneksel bir ürkekliğe sahiptiler. Siyaseten gelinebilecek en etkili konuma 19.yüzyılın ikinci yarısında Benjamin Disraeli gelecekti, ama o bile siyasi gücünü kraliçenin ve üzerinde güneş batmayan imparatorluğun hizmetine sunacaktı. Yahudilik onun için bir fantezi ve ütopiden ibaretti. Tüm hırsı İngiliz soylu sınıfının bir üyesi olmaya yönelikti. Soylular arasında onlardan biri gibi olmak ve saygı görmek yegâne arzusu olmuştu.

Saray Yahudileri özel çıkarlarını korumak için genel Yahudi kitlesinin sorunlarına yabancılaştı. Tüm Yahudilerin hali vakti yerinde değildi. Özellikle Orta ve Doğu Avrupa Yahudileri arasında alt sınıflara mensup çok kimse vardı. Ama bu genel kitle de kendisini bir sınıfın parçası görmüyor Yahudi kimliği ile tanımlıyordu. Rusya’da BUND’un varlığı bunun en önemli deliliydi. Saray Yahudileri soyluluğun gereksizleştiği, burjuvazinin ise devletten uzak durduğu bir dönemde devletlerin özgül ihtiyaçlarını karşılayan ayrıcalıklı bir grup olarak ortaya çıktı. Varlığını diğer sınıflara bulaşmadan hep bu şekilde sürdürmek istedi. Bu konumları nedeniyle her yerde otoritenin, iktidarın yanında saf tuttular. Onlar için kimlerin iktidar olduğunun bir önemi yoktu. Rothschild ailesi bunun en tipik örneğidir.

Ailenin kurucusu sayılacak Mayer Amschel Rothschild 1743’de Frankfurt’taki Yahudi gettosunda dünyaya geldi. Çok küçük yaşta bir başka saray Yahudisi olan Wolf Jakop Oppenheim’ın yanına gitti. Hessen-Cassel Prensine madalya satarak başlayan ilişkisi bir süre sonra onun tedarikçisi unvanını almasıyla daha da ilerledi. 1771 ile 1792 yılları arasında Mayer’in her yıl bir çocuğu oldu. Oğlu Jakop doğduktan sonra müşterilerine kredi vermeye başladı, ilk bankasını kurdu. Yıllık gelirinin %10’unu cemaate bağışlıyordu. Temmuz monarşisi sırasında serveti Fransız Merkez Bankası’nın gücüne eşdeğerdi. Hem Louis Phillip hem de Lui Napolyon dönemlerinde iktidarla mükemmel ilişkiler kurdu. Her iktidara uyum sağlamasını becerebiliyordu. İktidarlarda onun gücünü görmezden gelemiyordu. Çünkü finans sistemi daha henüz saray Yahudi’si denilen kesimi ikame edebilecek imkânlara sahip değildi. Bu imkân ancak kapitalizmin emperyalizm aşamasında doğacaktı ve burjuvazi devletinin yayılmacı planlarının arkasında dizilecekti. Bu aşamaya gelindiğinde Rothschild kardeşlerin her biri Avrupa’nın finans merkezlerinden birine kapağı atacak ve o ülkelerin uyruğuna geçecekti.

Saray Yahudiliğinin ulus-devletin eşitlikçi programları karşısında grup olarak sahip olduğu ayrıcalıklar tepki ve öfkeleri de beraberinde getirdi. Eşitlikçiliğin toplumsal eşitliği asla içermediğini hatırlatmaya gerek yoktur herhalde. Yine de siyasal eşitlik karşısında devletin bu grup ile kurduğu ilişki ilk tepkinin soylular arasında doğmasına neden oldu. Hâlbuki saray Yahudileri en çok onlara özenmiş, onları örnek almıştı. Anti-semitizm ilk olarak feodal soyluluğun etkilerini hala devam ettirdiği Prusya’da doğdu.

Önceki ve Sonraki Yazılar