Milli İradecilik el değiştirirken
1-Milli irade lafzı Türk sağının en sık tekrarladığı klişelerdendir. Türk sağı için milli iradenin tecilligahı ise serbest seçimlerdi. Millet iradesini sandıkta gösterir ve siyasal meşruiyet, ancak sandık aracılığıyla ortaya çıkardı. Demokrasinin diğer tüm kural ve kurumlarına soğuk yaklaşan Türk sağı için, serbest seçimler demokrasinin de varlık gerekçesi ve yeter şartıydı. Kısacası serbest seçimler millet iradesinin tek göstergesi olarak, hem siyasal meşruiyetin kaynağı hem de demokrasinin nişanesiydi. Milli iradecilik aynı zamanda çoğunlukçulukla eşdeğerdi. Yani milli iradenin ortaya çıkardığı siyasal iktidarların eli serbest olmalı, demokrasinin kural ve kurumları tarafından bağlanmamalıydı. Milli iradenin teveccüh ettiklerinin iktidarları bölünmemeli, parçalanmamalı ve dağıtılmamalıydı. Milli egemenliğin kaynağı olan halk, ki Türk sağına göre dinsel motiflerle de yüklü olduğu için tercih edilen biçimiyle millet, sahip olduğu egemenliği serbest seçimler aracılığıyla kullanıcılarına devrederdi. Egemenliğin asıl sahibi ile kullanıcıları arasına demokrasi adına dolayımlar çekilmesine Türk sağı soğuk bakardı.
2-Bu topraklarda egemenlik ilk defa Amasya tamimi ile birlikte Osmanoğulları ailesinin elinden alınmış ve millete iade edilmişti. İlk kez millet egemenliğine dayalı bir yönetim biçiminden bahsediliyordu. Egemenlik artık ne padişaha ne de halifeye aitti. Mustafa Kemal taktiksel dehasını göstererek, işgal altında olan topraklarda padişahın veya halifenin özgür iradesinin olamayacağından bahisle egemenliği gerçek sahibine iade ediyordu. Amasya tamimi ile birlikte Anadolu’da ikili bir iktidar olgusu ortaya çıkıyordu. Bir tarafta kaynağını kendi kendinden alan bir iktidar biçimi olarak padişahlık vardı. Osmanlı padişahları için iktidarın kaynağı salt dinsel, ilahi değildi. Elbette ilahi referanslara sahiptiler, ama iktidarlarını salt bununla meşrulaştırmıyorlardı. İktidar onlar için oldukça dünyeviydi ve bunun farkına ilk varan Fatih olmuştu. Kardeş katlının mantığında iktidar boşluğu, kargaşası yaratmamak vardı. Çünkü kuruluşundan bir asır sonra Osmanlı kardeş kavgaları nedeniyle çöküşün eşiğine gelmiş, bir fetrete sürüklenmişti. Bir daha aynı durumun yaşanmaması için iktidarı garanti altına almak ve veraset konusunda ortaya çıkacak kargaşaya son vermek gerekiyordu.
3-Osmanlı’nın üretim tarzı konusunda ciltler dolusu tartışma yaşanmıştır. Bu tartışmalar sırasında daha çok hayatın maddi üretimi toprağa bağlı olduğundan toprak mülkiyeti esas alınıyordu. Devlet biçimine dair tartışmalar ise bu yoğunlukta değildi. Osmanlı’nın başındaki kişi için kullanılan unvanlar Padişahlık veya Sultanlıktı. Şah eski bir Pers unvanıydı. Şah’ın Arapça karşılığı ise Melik’ti. Bu unvanı ağırlıklı olarak İranlılar ve onlardan yoğun biçimde etkilenmiş olan Türkler ve özellikle Selçuklular kullanmıştı. Pers unvanları olan Şah ve Şehinşah’ın yeniden kullanılması İran kültürünün canlanmasıyla ilgiliydi. Şehinşah kralların kralı anlamına gelirken Padişah baş şah anlamına geliyordu. Osmanlı padişahlarının bir kısmının unvan olarak kullanmayı tercih ettiği Sultan ise Arapçada ‘otorite’ ya da ‘hükümet’ anlamlarına gelen soyut bir sözcüktü. Başlangıçta sözcük somut bir kişiyi değil bir soyutlamayı belirtmek için kullanılıyordu. Selçuklular devrine gelindiğinde Sultan terimi yeni bir iddia kazanarak, evrensel bir imparatorluğun başındaki kişiye verilen unvan haline geldi. Osmanlı da çok az kullanılan bu unvan daha çok padişah kızlarına veya annesine verilen unvana dönüşecekti.
4-Büyük sosyolog Weber çözümlemelerinde ağırlığı üretim tarzına değil iktidar olgusuna verdiğinden Osmanlı için Patrimonyalizm kavramını kullanmıştı. Osmanlının başındaki kişi iktidarını ne Tanrı’dan ne de kullarından alıyordu. İktidarın kaynağı kendiydi. Eğer iktidarın kaynağındaki kişiyi, bağlayıcı güçlü kurallar söz konusu değil ise Weber buna Sultanizm diyordu. Antik Yunan devlet biçimleri ile bir analoji yapacak olursak eğer Sultanizm’e en yakın devlet biçimi Tiranlıktı. Tek kişinin önceden belirlenmiş kurallara dayalı yönetimine Monarşi bundan sapmaya ise Tiranlık denilirdi. Aristokrasi, eğitimli, soylu bir grubun kurallara dayalı yönetimine verilen ad iken oligarşi azınlığın kuralsız yönetimi demekti. Demokrasi ise çoğunluğun yönetimiydi ve çoğunluk hem Platon hem de Aristoteles için aldatılmaya çok müsait olduğundan kötü bir yönetim biçimiydi. Her iki filozof da yaptıkları işin doğası gereği kendilerini halktan üstün gördüğü için halkı avam, kaba bulurlar ve demokrasiyi liyakatsizlerin yönetimi sayarlardı.
5-Mustafa Kemal için Osmanoğulları ailesi millete olan egemenliği gasp etmişti. Çünkü Fransız devrimi ile birlikte artık yeni bir çağ başlamıştı. Devrim öncesinde ne kralların ne padişahların ne de sultanların egemenlikleri tartışma konusu yapılmamıştı. Fransız devrimine gençliğinden beri ilgi duyan ve özellikle birinci meclis döneminde egemenliğin kaynağı konusunda Rousseau’nun iyi bir okuru olan Mustafa Kemal için hanedanların zamanı bir daha geri gelmemek üzere kapanmıştı. İstanbul’daki iktidar ile ayrışmayı göze aldığında attığı ilk adım egemenliğin kökenlerine ilişkin olmuştu. İmparatorluğu 600 yıldan fazla bir süre yönetmiş hanedanlığın egemenlik üzerinde kurduğu tekele artık son veriliyordu. Egemenliğin yani iktidarın kaynağı millet yani halktı.
6-Millet sözcüğü veya daha yaygın olarak bilinen ‘milla’ sözcüğü Kur’an Arapçasında ve Aramik kökenli bir sözcük olup, ‘bir sözcüğe ya da kutsallık atfedilmiş bir kitaba’ inanarak bir araya gelmiş insanların oluşturduğu topluluk anlamına gelir. Millet sözcüğü Kur’an da geçen ‘umma’ sözcüğüne oranla çok daha kesin dinsel anlamlar kazanmış bir sözcüktür. Osmanlı İmparatorluğunda millet sözcüğü teknik bir boyut kazanarak varlığı resmen tanınmış, kendi reislerinin yönetimi altında belirli bir dereceye kadar bağımsızlığına sahip dinsel-siyasal cemaatler için kullanılmaya başlamıştı. Ermeni ve Museviler için sözcüğün hem etnik hem dinsel çağrışımları varken Grekler için kullanıldığında yalnızca dinsel çağrışımlara sahip oluyordu. Dolayısıyla millet denildiğinde yalnızca etnik çağrışımlar yapılmıyor işin içine dinsellik de dâhil oluyordu. Hatta bu yön daha vurguluydu. İşin dinsellik yanın gözden düşüp vurgunun etnik yana kayması batıdan gelen ulusçu düşüncelerle olmuştu. Kurtuluş savaşı sırasında emperyalizme karşı verilen mücadele bu jargona göre ‘gâvura’ veya ‘kâfire’ karşı veriliyordu. Henüz ulus bilinci kazanmamış halk için milleti Müslümandı ve karşısına çıkan düşman ise gâvurdu. Etnik bilincin içindeki dinselliğin azalmaya başlamasıyla birlikte ulus sözcüğü yaygınlık kazanacak ve sekülerler artık bu sözcüğü tercih edecekti. Ancak kurtuluş savaşı sırasında Mustafa Kemal de hem konuşmalarında hem de önemli belgelerde millet sözcüğünü kayda geçirecekti.
7-Mustafa Kemal kurtuluş savaşını devrimci bir meclis ile yönettiğinden iktidarın parçalanmasına karşıydı. Bütün devrimlerde olduğu gibi meclis aynı zamanda kurucu iktidar vasıflarına haizdi. Tüm kuvvetleri tek bir elde birleştirmiş ve kaza yetkilerini eline almıştı. Başkomutanlık makamı dâhil tüm yetkiler meclisten alınıyor ve istiklal mahkemelerinin azalarını meclis kendi içinden seçiyordu. Bağımsızlık mücadelesi verildiğinden ve ülke işgal tehlikesi ile karşı karşıya kaldığından dolayı meclis tüm yetkileri uhdesine almıştı. Mustafa Kemal egemenliğin parçalanamayacağı ve egemenliğin kaynağının halka ait olduğu konularında Rousseau gibi düşünüyordu. Fransız devrimine ilham olmuş filozof için de mesele egemenliği göklerden yere indirmek ve bir daha elinden çıkarmamak üzere halka iade etmekle ilgiliydi. Halk egemenliğin kaynağı olduğu gibi kullanım hakkına da sahipti. Ancak sadece küçük kantonlarda bunu doğrudan kendi kullanabilirdi, mekân ve nüfus büyüdükçe delegasyon zarureti ortaya çıkıyordu. Althusser’in dediği gibi bu paradokslara filozof tatmin edici yanıtlar verememişti.
8-Türkiye Cumhuriyeti Lozan ile birlikte savaştığı devletlere varlığını kabul ettirmişti. Avrupa emperyalizmi Osmanlı’yı hem dağıtmış hem de açık işgal girişimleri Anadolu’yu manda ve himaye altına almak istemişti. Kurtuluş savaşı ile bağımsızlık elde edilmiş ve şimdi sıra devletin inşasına gelmişti. Yeni devletin anayasal düzeninin temelleri 1924 anayasası ile atılmıştı. Dönem yeni devletin inşası ile birlikte yeni bir ulusun inşasını eş anlı hale getirdiğinden anayasada kuvvetler temerküzü sağlanmıştı. Egemenlik millete aitti, ancak millet sahip olduğu egemenliği temsilcileri ile kullanacaktı. Seçimler doğrudan değil ikincil seçmenler yani müntahibi saniler aracılığıyla yapılıyordu. Bu sistem 1946 yılına kadar devam edecekti. Halk doğrudan milletvekillerini seçmiyor onları seçecek ikincil seçmenler için oy kullanıyor, onlarda meclise gidecek vekilleri seçiyordu. Kurtuluş savaşının muzaffer komutanı olarak Mustafa Kemal sistemin merkezinde yer alıyordu. Gücünü asıl olarak karizmasından alıyordu. Ordu kayıtsız şartsız onu başkomutanı sayıyor ve ardındaki asıl gücü oluşturuyordu. Cumhurbaşkanı olarak başbakanı atamak ve görevden almak gibi yetkilere sahip olduğu gibi kurucu partinin de genel başkanıydı. Sistem aslında bir tek parti iktidarına dayanıyordu. Siyasi rekabet CHP içine doğru çekilmişti ve parti içindeki farklı hiziplere rağmen Gazi son sözü söylediğinde herkes ona uyuyordu.
9-Türkiye çok partili hayata dışsal gelişmelerin zorlamasıyla geçti. İsmet Paşa ülkeyi savaşın dışında tutmayı başarmıştı, ama soğuk savaşın başlamasıyla birlikte Türkiye hızla ve aceleci bir biçimde batı kampına kapağı attı. Bunda muhtemeldir ki Stalin’in isteklerinden ziyade tekrardan bir savaşın başlamasından duyulan korku etkili olmuştu. İnönü savaşın Amerika ve İngiltere liderliği tarafından kazanılacağını anlayınca son dakikada o kampa kendini atmıştı. Kazanan tarafla beraber olma isteği ve ülkeyi komünizmden uzak tutma kaygısı başlıca faktörlerdi. Batı savaşın kazananıydı ve bir süre sonra soğuk savaş jeneratörü çalışmaya başladığında kapitalist emperyalist dünya için Türkiye ve Yunanistan’a biçilen misyon tampon ülke olmaktı. Soğuk savaş korku jeneratörünü körüklerken aynı zamanda Sovyetlere karşı görülmedik bir ideolojik saldırıya geçmişti. Faşizmin yenilgiye uğratılmasındaki asıl pay bu ülkeye aitti, ancak soğuk savaşla beraber totaliter olmakla suçlanacaklardı. Totaliter kampın karşısında bir ‘demokrasi ittifakı’ vardı ve artık Türkiye’de bu kampın bir parçası olduğundan ait olduğu yerin kalıplarına uymak zorundaydı. Türkiye’nin çok partili hayata geçişi bu şartlarda gerçekleşti.

