1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Milli idarecilik el değiştirirken (2)
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Milli idarecilik el değiştirirken (2)

A+A-

Türk sağının en ayırıcı vasıflarından biri olan ‘milli iradeciliği’ en veciz biçimde açıklayan kişi Celal Bayar’dı. Bayar eski bir ittihatçıydı. İttihat ve Terakki Partisi’nin İzmir mümesilliğini yapmıştı. Kurtuluş Savaşı sırasında Galip Hoca takma adıyla işgale karşı Ege’deki direnişi örgütleyenlerin en ön saflarında yer almıştı. Savaş kazanılıp yeni devletin inşasına başlandığında Mustafa Kemal onu İş Bankası’nın başına getirecekti. İş Bankası bir devlet bankası olarak bizzat Paşa tarafından kurdurulmuştu ve adeta devlet içinde devlet gibiydi. Mustafa Kemal’in yaşadığı dönemde Bayar Paşanın daima itimat ettiği kişilerden biri olarak kalacaktı. Bayar da Gazi’ye hep sadık kalacak ve Demokrat Parti iktidara gelip Cumhurbaşkanı seçildiğinde Ticani tarikatının Atatürk’ün büstlerine yönelik hareketleri başlayınca ‘Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun çıkarılışına öncülük edecekti. Yine ‘Atatürk'ü sevmek ibadettir’ sözü de ona aitti.

Bayar 1969 yılında yayınlanan ve gazeteci İsmet Bozdağ tarafından yayına hazırlanan ‘Başvekilim Adnan Menderes’ kitabında Demokrat Parti ile CHP arasındaki farkın asıl olarak ‘devlet görüşünden’ kaynaklı olduğunu söylüyordu; ‘ Türkiye’de İsmet İnönü gibi düşünenlerle, Demokrat Parti gibi düşünenler arasında Devlet Yönetimi anlayışı konusunda büyük bir anlaşmazlık ve çatışma olmuştur. Fakat taraflar, muhatapsız bir diyalog içinde bulunmasalardı, yani karşı tarafın kendi fikirlerini iyice bildiği zannı ile sebepleri tartışacaklarına, neticeleri tartışmasalardı, 1946’da başlayan ‘’Türkiye’de Demokrasi Yönetimi macerası’ böyle bitmeyecek ve böyle sonuçlanmayacaktı.

’ Bayar kendince sebepleri şöyle sıralar; ‘üstünde çatışılan, fakat bir türlü ifade edilemeyen fikir şudur; Türkiye’de Demokrasi, ‘’Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir ve bunu Millet bizzat kullanır’’ ilkesinden hareket edilerek mi uygulanacak, yoksa bazı yerlerde örnekleri olduğu gibi muhtar kuruluşlara ve kurullara dayanan ‘’Yumuşak bir Halk Hâkimiyeti’’ esasına bağlı olarak mı yürütülecektir?’ Bayar farklı devlet telakkilerinin ortaya çıkmasına neden olduğunu ileri sürdüğü bu ayrımda Demokrat Parti geleneğini ilk şıkka yerleştirirken CHP’nin ikinci şıkka sığındığını belirtir.

Kurtuluş Savaşı’nın Galip Hocası, Demokrat Parti iktidarlarının on yıl kesintisiz Cumhurbaşkanlığını yapacak olan Bayar kurduğu partinin daima ‘milli iradenin’ savunuculuğunu yaptığını ve bu iradeye hiçbir ortak koşmadığını söylemektedir. CHP ise kurucu liderinin de ödünsüz bir ‘milli iradeci’ olmasına rağmen daima ‘milli iradeyi’ sulandırmış ve onun karşısına kaynağını bu iradeden almayan güçleri çıkarmıştır. Bayar’a göre pek çok konuda uzlaşan iki parti arasındaki en temel farklılık budur ve sorunların kaynağında da işte bu farklı telakkilerin olması yatmaktadır. Bayar iddiasını ileri sürerken dayanak noktası olarak 1924 Anayasasını alır. Bu anayasa bizzat Mustafa Kemal tarafından hazırlatılmış olduğundan onun devlet telakisini yansıtmaktadır der. 24 Anayasası meclis iradesini, bu irade içinden çıkan güçlü yürütmeyi ve seçim sistemi olarak da ikinci seçmenler ile çoğunlukçu sistemi temel alıyordu. İlk yazı da belirttiğimiz gibi seçmenler doğrudan milletvekillerini seçemiyor yalnızca onları seçecek ikinci seçmenleri seçebiliyorlardı. Bu sistem ancak 1946 yılında değişecek ve tek dereceli seçim sistemi getirilecekti. Yine çoğunlukçu seçim sistemi gereği bir seçim bölgesinde birinci olan parti o bölgedeki tüm milletvekillerini kazanıyordu. O nedenle temsilde adalet söz konusu değildi. Demokrat Parti 1946 seçimlerinden sonra seçim sisteminin değişmesi için CHP’ye teklif götürecek, ancak çoğunlukçuluğun faydalarından kendisi yararlanmaya başladığında söylediklerini unutacaktı.

24 Anayasasında iktidarların anayasa uygun hareket edip etmediklerini denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi de yoktu. İktidarlar tarafından çıkarılan kanunların anayasaya uygunluğu konusunda bir denetim de bulunmuyordu. Çoğunlukçu sistem gereği seçimleri kazanan parti her şeye sahip oluyordu.

Bu partinin iktidarını sınırlandıracak, uygulamalarını denetleyecek bir mekanizma bulunmuyordu. Kurtuluş Savaşı sonucunda yeni bir devlet kurulmuş, kurulan devlet Lozan ile uluslararası tanınırlığını kabul ettirmişti. Kurulan devlet bir devrimin eseriydi. Kendini konsolide edebilmek, uygarlık transplantasyonunu gerçekleştirebilmek ve ayaklarını yere sağlam basabilmek için iktidarını kıskançlıkla korumak zorundaydı. Radikal reformların gerçekleştirilebilmesi, toplumsal dönüşümlerin hızlandırılması için güçlü bir iktidara ihtiyaç vardı. Bu nedenle yürütme aygıtının hızını soğuracak mekanizmalardan bilinçli olarak kaçınılmıştı. Devletin başında karizmatik, radikal bir reformatör vardı. Uygarlık tercihini, ancak iktidarı koşulsuz bir biçimde eline geçirdikten sonra hayata geçirebileceğini bilebilecek kadar iyi bir taktisyendi. Sadece yeni bir devlet inşa edilmiyor, köklü bir medeniyet tercihinde bulunuluyordu. Bütün bunlar güçlü bir iktidar tarafından yapılacak işlerdi. Dolayısıyla 24 anayasasının gerisinde bu türden gereksinimler vardı.

Bayar Mustafa Kemal’i devrim yapmış, kurucu bir lider olarak görmek yerine sıradanlaştırır. Anayasal tercihindeki bu tür amilleri görmezden gelir. Mustafa Kemal’in devrimciliğine değil ‘milli iradeciliği’ne vurguyu kaydırır. Bayar kastettiği milli iradecilik ile Mustafa Kemal’in ki arasında dağlar kadar fark vardır. Bayar için milli iradecilik sandıktan ibarettir. Çoğunlukçu seçim sistemi gereği sandıktan kim çıkmış ise milli iradeyi de o temsil eder. Çoğunlukçu sistem de birinci parti ile ikinci partinin oylarının birbirine çok yakın olmasının hiçbir kıymeti yoktur. Çok az bir oy farkı ile kazanan her şeyi kazanmış olur. Temsilde adalet söz konusu değildir. Mustafa Kemal için milli iradecilik değil milli egemenlik önemliydi. Egemenliğin Osmanoğulları hanedanından millete devriydi mevzu bahis olan. Yoksa Mustafa Kemal 1930 yılında Serbest Parti ile çok partili hayata geçişi denemişti, ancak karşı devrimin etkisi karşısında bu niyetinden vazgeçmişti. Sağlığında CHP hiçbir zaman çok partili bir seçim yarışına girmedi. Milli iradecilik çok partili seçimi var sayar ve seçimin galibinin her şeyi kazanmasını destur edinir. Bu anlamda Bayar’ın Mustafa Kemal’den kendisine destek alması bir çarpıtmaydı.

Bayar CHP’yi milli iradecilikten kaçınmakla itham ederken bir Osmanlı tarihi okuması yapar. Bayar’a göre ne Osmanlı’da ne de Cumhuriyet de sınıflar yoktu. Sınıflar Batıya mahsustu. Osmanlı da iktidar ortağı olan güçler medrese ile yeniçerilerdi. Padişah tahta çıkarken bu güçlerin desteğini alır ve iktidarı süresince de onları kollardı. Cumhuriyet ile birlikte medrese yerini aydınlara yeniçeriler ise orduya bırakmıştı.

Atatürk hayatta iken bu güçler onun otoritesi karşısında sinmiş kafalarını kaldıramamıştı. Ölümü ile birlikte yeniden dirilmişler ve ortaya çıkmışlardı. CHP asıl olarak milletin değil bu güçlerin temsilcisiydi ve milli iradeciliğe soğuk bakmasının nedeni de buydu. CHP iktidarın kaynağı olarak milleti değil sınıfsal bir yanı da bulunmayan işte bu devletçi bürokratik güçleri temsil ediyordu. CHP’nin iktidarı bu nedenlerle millete değil bürokratik oligarşiye dayanıyordu. Bayar mağdur edebiyatı ile 27 Mayıs’ı da bu tezin arkasına sığınarak açıklamaya girişir. Bayar bu tezleri tarihsel açıdan Demokrat Parti’yi haklı çıkarmak, savunmak için ileri sürer. Yaptığı bir tür apolojidir.

Görülecektir ki Bayar’ın tezleri yalnızca bir Demokrat Parti savunusu olarak kalmayacak, Türk sağı tarafından bir lafza dönüştürülecektir. Gücünü yalnızca milletten alan iktidarlar karşısında sırtını daima sandık dışı güçlere yaslamış olan bir CHP geleneği vardır. CHP millet tarafından iltifat edilmeyen bir parti olduğu için bu parti sırtını sürekli millet dışı güçlere dayamış, darbelerin ardında dizilmiş ve cuntalarla içli dışlı olmuştur. CHP adında olduğu gibi halkın partisi değil aydınların ve askerin partisi olmuştur.

Millet tarafından iktidara getirilmediği için çareyi aydınların aksiyonunda, askerin vurucu gücünde aramıştır. Gelmiş geçmiş tüm sağ iktidarlar bu ezbere sığınmış ve bu tarih okuması 12 Eylül sonrasında adeta bir paradigma haline gelmişti. Sınıfların varlığının hiç hesaba katılmadığı, kapitalizmin esamisinin bile okunmadığı bu paradigmaya göre memleketteki temel çelişki devlet ile toplum arasındaydı. CHP geleneği hep devlete yakın durmuş, sağ iktidarlar ise toplum yanında olmuştu. AKP de iktidara yürürken bu paradigmanın içinden konuşmuş ve sağ-sol entelektüellerden büyük destek almıştı.

Önceki ve Sonraki Yazılar