1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Milli İradecilik el değiştirirken (3)
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Milli İradecilik el değiştirirken (3)

A+A-

Adalet ve Kalkınma Partisini kendinden önceki sağ partilerle benzeştiren en önemli yanı milli iradecilikti. Tıpkı o partiler gibi AKP’de iktidar yürüyüşü sırasında tavizsiz bir milli irade savunuculuğu yapıyordu. Bu parti iktidar onayı alabilmek için içinden çıktığı Milli Görüş geleneği ile ilgisinin olmadığının altını özellikle belirtik bir biçimde vurguluyordu. Çünkü milli görüş partileri biraz palazlandıklarında rejim tarafından kapatılmış, fakat gelenek yeni partilerle yoluna devam etmişti. En son 28 Şubat ile asker liderliğindeki devletçi bürokratik güçler hem büyük sermayenin desteğini hem de uluslararası sistemin onayını alarak Milli Görüşün doğal lideri ve dönemin Başbakanı Erbakan’ı koltuğundan indirmiş, partisini kapatmıştı.

AKP’yi kuran liderlik milli görüş çizgisinde ısrar ettikleri takdirde rejimden iktidar vizesi alamayacağını bildiğinden, artık kabuk değiştirdiklerini, bu gelenek ile ilgilerinin kalmadığını ileri sürerek kendi partilerini yani AKP’yi kurdular. Milli Görüş gibi rejim ile pek çok konuda anlaşmazlıkları olan bir geleneğin içinden ilk önce yenilikçi grup olarak ayrılan ve artık bu gelenek ile bağlarının kalmadığını ileri süren AKP liderliğinin ortaya çıkışı rejim sahipleri tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. AKP Milli Görüşte olduğu gibi rejimle çatışmayacak hem içerideki hem de dışarıdaki güçlerle uyumlu olacaktı.

90’lı yıllar siyasi istikrarın olmadığı, iktidara gelen partiler ve koalisyonların uzun süreli ayakta kalamadığı, devletteki çeteleşmenin görünür hale geldiği kaos yıllarıydı. Türkiye bu yıllara büyük umutlarla girmişti, ama düşük yoğunluklu savaş olarak adlandırılan ve devletin gayrinizami harp tekniklerine başvurdukça çeteleşmenin artık önünü alamadığı bu dönem, devletin iç birliğini ortadan kaldırmış ve zor aygıtlarının birbirini manipüle etmeye başladığı bir dönemi başlatmıştı. 28 Şubat asıl olarak Milli Görüşün önünü kesmek ve devletin iç birliğini yeniden sağlamak adına hayata geçirilmişti.

90’lar ve bu dönemin mantıksal bir sonucu olan 2001 krizi Türkiye’deki merkez sağ siyaseti bir daha kendini toparlayamamak üzere tarihe iade etti. AKP kurucularının ağzından bu boşluğu doldurmak ve siyasi istikrarı sağlamak niyetiyle ortaya çıktı. AKP’nin kuruluşundan yaklaşık 18 ay sonra tek başına iktidara gelmesi ve üstelik anayasayı değiştirecek bir çoğunluğa erişmesi kendilerini on yıllar boyunca rejimin asıl sahibi olarak gören zinde güçleri hem bir teyakkuza hem de bir bekleyişe sürüklemişti. Rejim tam bir demokrasi olmaktan çok uzaktı. Rejimin sahipleri zor aygıtlarındaki ve yargıdaki güçlerine dayalı olarak rejim üzerinde kalıcı bir vesayet kurmuşlardı. AKP’nin bu dönemdeki söyleminde vesayete karşı mücadele başattı. AKP kendisinden önceki tüm sağ partilerin bir slogan haline getirdiği vesayet karşısında milli iradeciliği daha da keskinleştirmiş ve neredeyse iktidarının tek meşruiyet kaynağı haline getirmişti. AKP iktidarı elinin taşın altına koymadan Kemal Derviş’in neoliberal programını olduğu gibi benimsiyor ve küreselleşmenin son dalgasının serbest bıraktırdığı sıcak parayı Türkiye’ye çekmek için cazip teklifler sunuyor ve gelen parayı üretime yönlendirmek yerine seçmen rızası satın alabilmek için halkın tüketim iştahını kabartan projelere yönlendiriyordu. Vesayetçi güçlerin müdahalelerini engellemenin yegâne yolu seçmen rızasını satın almaktan geçiyordu çünkü.

Her ne kadar bütün merkez sağ partiler 2002 seçimleri ile bir daha bellerini doğrultamayacak biçimde işlevsizleşmiş olsa da, parlamentoda AKP’nin anayasayı bile değiştirecek çoğunluğuna karşı devlet kurucu bir parti olarak CHP vardı, ancak bu partinin aynı anda hem geniş seçmen bölüklerinin rızasını alabilmesi ve ayrıca küresel sermayenin özellikle Ortadoğu da ihtiyaç duyduğu ‘ılımlı İslam’ı hayata geçirebilmesi mümkün değildi. Adında halk sözcüğü olmasına karşı Baykal’ın CHP’si esas olarak devletçi bürokratik güçlerin siyasi sözcülüğünü üstlenmiş bir partiydi ve seçimler yoluyla iktidara gelebileceğine kendisi bile inanmıyordu. Devlet kurucu parti olarak CHP milli iradeye laf etmiyor, ancak bu yolla iktidar olabilmesinin imkânsız olduğunu biliyor ve kendini asıl olarak rejimin muhafızlığı ile mesul sayıyordu.

AKP ilk döneminde güçlü halk desteğine karşılık devlet içinde çok güçlü değildi. Elindeki yegane siyasi enstrüman ‘milli iradecilikti.’ İlk döneminde bürokrasiyi dönüştüremeyeceğini biliyordu. Sağlamcı olan bürokrasi için AKP’nin siyasi geleceği belirsiz, vesayetçi güçler tarafından kapatılması veya iktidardan indirilmesi an meselesiydi. AKP kurmaylığı da bunu çok iyi bildiğinden Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı yayınlanan asker muhtırasına ‘milli iradecilik’ bayrağı kaldırarak yanıtladı.

2007 seçimlerinde AKP rekor bir oyla yeniden iktidara geldi. AKP’nin kalıcı olduğunu devlet içinden koku almakta üstüne başka bir siyasinin olmadığı Bahçeli erkenden anladı. Cumhurbaşkanlığı oylamasına katıldığı gibi artık Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi için referandum yapılmasına da meclis de destek verdi. Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi parlamenter sistemde açılan ilk gedikti. Bilindiği gibi parlamenter sistem de güçlü siyasi kişi Başbakandır ve Cumhurbaşkanlığı temsilidir. Eğer Cumhurbaşkanı da halkoyuyla seçiliyorsa artık o sisteme parlamenter demek çok güçleşir. Çünkü devletin zirvesini oluşturan iki kişinin her ikisi de seçimle geldiğinden aralarında yetki karmaşası çıkmaması çok zordur. Türkiye gibi kurumsal demokrasinin oturmadığı, parti liderlerinin oligarşik bir kimlik edindiği yerlerde iki koltuk arasında ister istemez güç mücadeleleri ayyuka çıkar ve bir süre sonra sistem kilitlenir. Üstelik cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi artık asker birinin veya onların istediği birinin bu göreve gelmesinin neredeyse imkânsızlaşması demekti. Böylece AKP bir taşla iki kuş birden vuruyor ve rejimin sinir merkezlerini tümüyle eline alıyordu. AKP’li birinin Cumhurbaşkanı olması demek yüksek bürokrasinin yapısının atamalar yoluyla değişmesi anlamına geliyordu.

Dünya kapitalizminin 2008 yılındaki büyük krizine rağmen AKP sıcak para çevrimini devam ettirmeyi başararak 2011 seçimlerinden de büyük bir zaferle çıkmasını becerdi. Sıcak para girişi devam ettiği müddetçe AKP halka bol keseden dağıtıyor ve seçmen rızasını kurduğu siyasal ve toplumsal ağlarla almayı başarıyordu. Sandık ve milli iradecilik partinin ayakta kalmasının, vesayet odaklarını dağıtmasının ve giderek devlete nüfuz etmesinin biricik yoluydu. AKP giderek devletleşirken artık halk ile bağlarını parti aracılığıyla değil devlet üzerinden kurmaya başlamıştı. Ama karşısında geniş halk yığınlarını harekete geçirebilecek, siyaset üretebilecek kapasitede bir muhalefet bulunmadığından AKP iktidar olmanın konforuna alışmıştı. İlk sinyal 2015 seçimleri ile geldi. İlk defa üçüncü yol seçeneği halka inandırıcı gözüktü. Bunda silahların susması, siyasetin öne çıkması ve Kürt özgürlük hareketinin Selahaddin Demirtaş gibi zeki, sempatik ve samimi bir figürü toplumun karşısına çıkarması etkili olmuştu. Ama artık devletleşen AKP’nin siyasal üretim kanalları tıkanmaya başlamış ve bu parti hizmet yerine beka ve terör gibi alışıldık devlet söylemlerinin ardına sığınmaya başlamıştı. AKP için milli iradeciliğin raf ömrü tükeniyor ve parti artık devletleştiğinden devlet refleksleri ile hareket ediyordu. Rollerin değişmesi için yani milli iradecilik bayrağının AKP’nin elinden alınması için vakit tamamdı, ancak daha henüz aktörler yoktu.

Önceki ve Sonraki Yazılar