Pkk’nın ‘silahlara veda’sı ve feshi üzerine notlar
1-PKK hareketinin doğumu, kuruluşu ve gelişimi üzerine Türkiye’nin yasal ortamının darlığı ve ağır kısıtlayıcı koşulları nedeniyle objektif, sağlıklı tartışmalar yürütülemedi. Çünkü hareket üzerine yapılacak her türlü analitik değerlendirmenin sert cezai karşılıkları vardı. Devlet böylesi bir tartışmanın önüne elindeki her türlü aracı kullanarak geçiyor ve kendi ürettiği, imal ettiği söylemin herkes tarafından bir ‘buyruk’ olarak kabul edilmesini dayatıyordu. Devletin Kürtlüğe dair elinde ciddi bir arşivi vardı. Devlet iç değerlendirmelerinde karşısındaki olgunun ne olduğuna dair nesnelliğe yaklaşabilen değerlendirmelere izin verebiliyor, ancak bu bilgilerin kendinden bağımsız bir biçimde üretilmesini yasakladığı gibi dolaşımını da engelliyordu. Devletin kendi içindeki nesnel sayabileceğimiz değerlendirmelerde bir ayaklanma bastırma mantığı ile yüklü güvenlikçi bakışla sakatlanıyordu. Kürtlüğün tarihsel ve sosyolojik anlamına dair tartışmalar olgunun kendisinin kabulünü gerektirdiğinden yasaklanıyor ve sorun hasıraltı ediliyordu. Üniversitelerde doğaları gereği nesnel ve bilimsel bilginin üretilmesi gereken yerler olmaları gerekirken bu güvenlikçi bakışa ayak uyduruyor ve sorunsalı asayişçi bir bakışla geçiştiriyordu.
2-Bu bakışın dışına çıkma cesaretini gösteren ilk kişi İsmail Beşikçi olmuştu. Çorumlu bir Türkmen çocuğu olarak Mektebi Mülkiye’den mezun olmuş ve sonrasında Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne asistan olarak girmişti. Bu üniversite bölgenin ilk üniversitesi olması hasebiyle Devlet bakışının ve söyleminin ileri karakolu işlevi görüyordu. Beşikçi’nin üniversiteden atılmasına neden olacak devletçi sosyolog Orhan Türkdoğan üniversitenin sosyoloji kürsüsüne yerleştirilmiş Kürtlük ve Alevilik üzerine tartışmaları otoritesi altına almıştı. Beşikçi’de milli eğitim doktrini ile yetişen her yetişkin gibi Kürtlüğü bağımsız bir entite olarak göremiyor, Türklüğün bir cüzü sayıyordu. Ama, 27 Mayıs’a ön gelen günlerde Mektebi Mülkiye sıralarından geçen Beşikçi’nin bir sosyologda olması gerektiği gibi olgulara saygısı, sadakati vardı. Elbette her bakışın, perspektifin, yöntemin olguyu anlama ve anlamlandırma biçimi farklı olabilirdi, ama bilimsel bakış için gerekli ilk şart olgunun varlığının kabulüydü.
3-Kürtlüğe ilişkin egemen bakış olgunun inkârı üzerine kuruluydu. Kürt denilen olgu Türk üniversitelerine ve resmi propagandaya göre Türklüğün bir parçasıydı. Kendi başına bir olgu olmadığı gibi Türklükten de ayrı düşünülemezdi. Ana dilleri bile farklı olmasına karşılık olgu inkâr edilmeye devam ediyor ve bunu izah etmek için akıl dışı fantazmalara sığınılıyordu. Kürtlük yok sayıldığı gibi bölgesel geri kalmışlığın sorumluluğu da yine varlıkları inkâr edilen Kürtlere çıkarılıyordu. Kürtlük fail haline geldiğinde ya Türkiye’yi bölmek isteyenlerin beşinci kol faaliyetlerine katılarak emperyalizmin hizmetine giriyor ya da fail sayılmadığı hallerde ağa ve şeyh baskısını gönüllü olarak kabul eden ve buna itiraz etmeyen ikinci sınıf varlık statüsüne itiliyordu. Beşikçi bu inkârın karşısına kaskatı çıkmayı başarabilmiş ve bundan milim geri adım atmamış bir bilim insanıydı. Yaptığı iş ortaçağların karanlığına karşı çıkan, kilise otoritesinin karşısında asla geri adım atmayan aydınlanma öncülerine benziyordu. İşin trajik yanı aydınlanma sözcüğünü dillerine pelesenk edenlerin bu büyük aydınlanmacıya dünyayı dar etmeleriydi.
4-Beşikçi için Kürtlük öncelikle bağımsız bir olguydu. Ne beşinci kol faaliyetlerinin bir uydusuydu ne de geri kalmışlığın sessiz onaylayıcısıydı. Kürtlük dili, kültürü ve varoluşu ile bir olguydu. İnkâr ve asimilasyon olguyu ortadan kaldıramamıştı. Bu olgunun gücünü gösteriyordu. Türkler devletçi söylemin yoğun etkisi altında ve farkına varamadıkları bir imtiyaz ilişkisi nedeniyle olguyu göremiyor, fark edemiyordu. Beşikçi olgunun kabulünün farkına vardıktan sonra tüm bilimsel uğraşını öncelikle ele geçirdiği olguyu ispatlamaya ve olgunun çarpıtıldığı süreçleri bilimsel olarak analiz etmeye verdi. Cumhuriyet tarihi üzerinde yaptığı titiz araştırmalar ile devletin kendi belgelerini dayanak noktası yaparak şimdilerde Kürdoloji denilen bilimin ilk temellerini atmaya girişti. Tıpkı yine ortaçağlarda olduğu gibi kilise kozmolojisine karşı gelmek nasıl en ağır cezaya maruz kalmayı gerektiriyor idiyse ‘sarı hoca’ olarak bilinen bu Türkmen evladı da en ağır cezalarla karşı karşıya bırakılacaktı. Önce düzmece iddialarla üniversiteden uzaklaştırıldı. 12 Mart ile birlikte de ancak sonu 2000’lere yaklaşıldığında sona erecek cezaevi hayatına başladı. Cezaevi sarı hocanın olgunun her veçhesi ile tanışmasını sağlayacaktı. Çünkü cezaevleri olgunun inkârına karşı çıkanlarla doluydu.
5-Kürtlük ise Şeyh Sait ve Ağrı Dağı isyanları sonrasında derin bir suskunluk içerisine girmişti. Şeyh Sait isyanı karizmatik bir şeyhin önderliği altında başlamış ve yoksul Kürt köylülüğünün yoğun katılımıyla hinterlandını genişletmiş ve genç cumhuriyete karşı yaygın bir hoşnutsuzluğun ortaya çıkmasına vesile olmuştu. Ağrı Dağı isyanının önderliği dinsel otoriteden ilham almıyor, liderliği cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte kurucu ortaklıktan dışlandıklarını düşünen seküler elitler tarafından üstleniliyordu. Sırtını Ağrı gibi efsanevi bir dağa yaslayan kalkışma uzun sürecek bir direnişin ardından ezilecek ve Kürtlük uzun bir kış uykusuna dalacaktı. Ağrı Dağı isyanı son erdirildiğinde kendini genç cumhuriyetin muhafızı olarak gören Cumhuriyet gazetesinde ‘Kürtlük burada mevta oldu’ diye bir karikatür çıkacaktı. 30’lı yıllarda geçen Dersim hadiselerinin ve yerel halkın ağzındaki ifadesi ile ‘tertele’nin değerlendirmesini yapmanın yeri burası değil.
6-İsyanların kısa soluklu olmasının nedeni önderlik yapılarından kaynaklanıyordu. Her iki isyana önderlik edenlerde geleneksel sınıfların bir parçasıydı. Şeyh Sait isyanı isyanın başını çeken kişinin adından da anlaşıldığı üzere dinsel bir otoriteyi temsil ediyordu. Önderlik geleneksel mülk sahipleri sınıfının bir parçasıydı. Dolayısıyla isyanla oynayanların ve kaybedenlerin kaybettikleri çok şeyleri vardı. Nitekim çok partili hayata geçildiğinde ve Demokrat Parti iktidar olduğunda bu gücün farkın varacak ve aileden birilerini milletvekili yapacaktı. Ama köylülüğün özellikle yoksul köylülüğün isyanın içine çekilişi salt dinsel motivasyonların eseri değildi. Arkasında mülksüz olmanın getirdiği yoğun bir hınç vardı. Söylem dinsel olsa bile içeriği sınıfsal motivasyonlarla yüklüydü. Türkiye’de böyle bir okumayı yapan ilk kişi Doktor Hikmet Kıvılcımlı olacaktı. Kemalist söylemden kendini kurtarabildiği için partisi olan TKP’nin bile değerlendirmelerine mesafe alacaktı. Ağrı Dağı isyanının önderliği ise Kürt aristokrasisi diyebileceğimiz bir zümreye mensuptu. Bunlar Abdülhamit döneminde onun izlediği pan-islamist politikalar ile saray ile yakınlaşmış ve eğitimlerinin bir kısmını Sultanın kurdurduğu aşiret mekteplerinde yapmış Kürt okumuş-yazmışlarıydı. Kurtuluş savaşının sonuçlanması ile kurucu ortaklıktan dışlandıkları için hayal kırıklığı yaşamışlar ve sınırın öbür yanına geçerek Kürt kültürünü canlı ve diri tutmaya öncelik vermişlerdi. Kürtlüğün taşınması, sahiplenilmesi konusunda muazzam etkileri olmakla birlikte sınıfsal doğaları gereği yoksul Kürtlüğü uzun soluklu bir kalkışmanın içine çekebilecek önderlik kapasitesinden yoksundular.