1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Sırrı Süreyya için
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Sırrı Süreyya için

A+A-

Türkiye Sırrı Süreyya’nın hayata tutunabilmesi için seferber olmuş durumda. Ona daha yaşarken, ama büyük bir yaşam mücadelesi verirken gösterilen ilgi kuşkusuz çok az insana gösterilmiştir. Devletin en tepelerinden sokaktaki sıradan insana kadar gösterilen özel bir ilgiden söz ediyoruz. Devletin zirvelerinin ona gösterdiği ilgiye şaşırmayalım, çünkü bu ilgi devletin kendi elemanına gösterdiği bir ilgi değil. İçi fitne ve haset ile dolu bazı çevreler bu söylediklerimize katılmayacak ve belki bize de içinden saydıracaktır. Ama bunun Sırrı Süreyya’nın eğilmeden, el etek öpmeksizin bu kesimlere kabul ettirdiği bir saygınlığın nişanesi olduğunu da geçerken belirtelim. Sırf barış için ve barış umutlarını diri tutmak için gösterdiği çabalar bu Anadolu bilgesinin haksız hücumlara uğramasına, acımasızca eleştirilmesine ve bazı vakitler ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamamasına neden olmuştu.

Hâlbuki Sırrı Süreyya 60’ların henüz başındaki yaşamının her altı gününden birini demir parmaklıklar ardında geçirmişti. Gençliğinde, daha 20’sine bile varmamışken, Türkiye’deki düzenin değişmesi için verdiği mücadelede, kuşağından birçok insan gibi ağır işkencelerden geçmiş, Ankara DAL’da cılız bedeni 90 günlük sorgulara dayanmış, Mamak mahpusunda sırf insan onurunu ayakta tutabilmek ve kendine olan saygısını yitirmemek için açlık grevlerine yatmış ve gençliğinin baharını zindanlarda geçirmişti. Her ne kadar Mülkiye gibi devlete idareci yetiştiren elit bir fakültede okumuş olsa da mahpustan çıktığından hiçbir ayrıcalığı olmayanlar sınıfına mensup olduğundan maişet için kamyon şoförlüğü de yapmıştı. Onun barış için gösterdiği çabanın değerini idrak edemeyenler sırf bu yüzden hasta olduğu halde 2,5 yılını yine cezaevlerinde geçirdiğini, Kobani davasında tam 38 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis ile yargılandığını ve savcılık mütalaasının da bu yönde olduğunu ve daha henüz bu dosyanın temyiz aşamasının tamamlanmadığını bile unutuyorlar.

Barış için çabalamanın hele bu topraklarda herkesin yumrukları karşılıklı sıkılı vaziyette iken barışın erdeminden bıkmadan usanmadan bahsetmenin ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu yeni yeni anlıyoruz. Demek bunu anlamamız için bu barış bilgesinin aort damarlarının yırtılması, iki defa soluksuz kalması, 12 saatlik çok zor bir ameliyata dayanması ve halen de ayakta kalması için kalbinin bütün bu zorluklara direnmesi gerekiyormuş. Devletçi zihniyetin hakim olduğu bu topraklarda barışın elçisi olmak bölücülüğe hizmet ile eşdeğerdi. Kim ağzına bu sözcüğü alsa devlet otomatik olarak düşmanı sayıyordu. Devletçi zihniyetin ürettiği ve yaygınlaştırdığı milliyetçiliğin zehrini içmiş çevrelerde ise barışı dillendirmek hain, bölücü sıfatlarına muhatap kılınmak için yeterliydi. Çünkü barış asıl olarak devletten talep ediliyor, barış ve kardeşlik hukukunu devlet pratiklerinin yok ettiği anlamına geliyordu. Ancak devlet zihniyetinde yurttaşları ile müzakere yapmak, inkârcı pratiklerin özeleştirisini vermek ve onları muhatap kabul etmek gibi bir gelenek yoktu. Devlet aşağıdan gelen taleplere daima kapalı olmuştu.

Sekter, dar tavırlar ise barışın, kardeşlik hukukunun ancak devlet ile müzakere edileceği gerçeğini bir türlü kabullenemiyordu. Farkında olmadan aşkın, kutsal bir devlet tahayyülünün içine yerleşmişlerdi. Devletin siyasal gelişmelere ve sınıf mücadelesinin seyrine göre tavır ve tutum geliştireceğini unutuyorlardı. Savaşın insani maliyetini, dünya ve bölge koşullarının baştan aşağıya değiştiğini, Kürt isyanının inkârı çözdüğünü, ancak somut, kalıcı bir kazanıma da bir türlü varamadığını göremiyorlar, alışılmış ezberleri tekrarlayıp duruyorlardı. Barışı devletten talep etmek, barış için devleti zorlamak ve bunun gerektirdiği esnekliklere ve müzakere diline hassasiyet göstermek bu çevreler nazarında hainlikle eşdeğerdi. Devletle asla konuşulmaz, diyalog kurulmaz ve cepheden karşısına dikilinirdi. Bunun dışındaki her şey sizi devlet ajanı, haber elamanı yapmak için yeterliydi. Hâlbuki siyaset hele barışın siyaseti politik esneklikler ve hatta kıvraklıklar göstermeksizin nasıl hayata geçirilebilirdi ki?

Ama Sırrı Süreyya iki cami arasındaki bir beynamaz değildi. O yolunu barış için yürümeye karar verenlerdendi. Ve bu topraklarda bu işi yapacak nadirattaki insanlardandı. İki çözüm sürecinin de barış elçisi olmayı başarmış biriydi. Demek ki düşmanların güvenini kazanabilecek, itimat edilebilecek bir kumaşı vardı. Üstelik bu uğraşı uçak korkusu nedeniyle bin türlü meşakkate ve hastalığını bile hiçe sayacak kadar barışa duyduğu bağlılıkla yapıyordu. Çünkü savaşın kadim iki halkı birbirine düşmanlaştırdığını, 1000 yıllık olduğu iddia edilen kardeşliğin bütün mana âlemini kuruttuğunu, toplumu kutuplaştırıp birbirinden soğuttuğunu ve bütün bunların halkların değil sadece egemenlerin çıkarına hizmet ettiğini bilecek kadar kardeşliğe ve eşitliğe tutkuluydu. Sırrı Süreyya lamsız cimsiz sosyalist birisiydi. İnsanlığa ve barışa olan inancını babasının etkisiyle bağlandığı ve bir daha da asla vazgeçmediği dünya görüşünden alıyordu.

Sosyalistler tüm insanların dili, dini, cinsi, cinsel tercihi, mezhebi ve inancı ne olursa olsun eşitliğine ve kardeşliğine inanırdı. Enternasyonalizm sosyalizmin ayrılmaz bir cüzü olduğu içinde bir sosyalistin nazarında tüm halklar kardeşti. Sırrı Süreyya bir Türk olmasına rağmen bu topraklardan gelmiş geçmiş bütün has sosyalist ve devrimcilerde olduğu gibi yoksul Kürt halkının ezildiğine, dilinin yasaklanıp kültürünün asimile edilmeye çalışıldığına ve Kürtler üzerindeki hâkimiyet ilişkisine son verilmeden Türklerinde özgürleşemeyeceğine inanıyordu. Başka bir yazı da uzun uzun girmek için burada kısa keserek şunu söyleyelim ki O kelimenin en sahih anlamında bu topraklarla yoğrulmuş, bu toprakların dili ile konuşan sahih bir sosyalist ve barış elçisiydi.

Çatışma çözümlerinde özellikle Latin Amerika deneyimlerinde barış elçileri çoğunluk din adamları arasından çıkar. Çünkü Katolikliğin bu kıtada aldığı özgün biçim din adamlarını halk sınıflarına yaklaştırmıştır. Kilise de kendi içinde yarılmış ve oligarşik devletler karşısında kilise mensupları gerillalar yanında saf tutmuş, birlikte savaşmıştır. Savaştan barışa, çatışmadan çatışmasızlığa geçişte din adamlarının bu özgün konumu onları barışın elçisi haline getirmiştir. Türkiye’deki sosyalistlerin birçoğundan farklı olarak Sırrı Süreyya hem halk kültürüne yatkındır hem de içinde yaşadığı toprakların dinsel kültürüne yabancı değildir. Sosyalistlerin büyük çoğunluğunun yabancısı olduğu ve eksikliğini de duymadıkları bu alan Sırrı Süreyya’nın sadece seküler çevrelere değil çok daha geniş bir kesime seslenmesine imkân veriyordu. Sosyalistler kitlelerle hele toplumun ezilen kesimleri ile anlaşılır bir bağ kuramıyor, farklı dillerden konuşuyor ve aradaki mesafe kapatılamayacak kadar açılıyordu. Bunda dillerinin ideolojikleşmesi, ideoloji ile politikayı birbirine karıştırmaları ve ama özellikle özgül bağlamlı bir devrim modeli geliştirme konusunda oldukça tutuk olmaları etkiliydi.

Türkiye’nin siyasal İslamcı ve muhafazakâr çevreleri solu hep yerli olmamakla, ayaklarını bu topraklara basamamakla ve hariçten konuşmakla eleştirmiştir. Bunun haksız bir suçlama olduğunu kabul etmekle birlikte sosyalizmin bu topraklarda ancak yerlileştiği momentlerde kitleselleştiği de bir gerçekti. Sırrı Süreyya kendine has dili ve üslubu ile bu işi çözmüştü. Bu kadar çok sevilmiş olmasının ve devletin tepelerinden sokaktaki insana kadar herkesin şimdi değerini anlamasının arkasında Sırrı Süreyya’nın bu topraklara aidiyeti içselleştirmiş ve bunun dilini ve üslubunu kendine has rengi ile kabul ettirmiş olması vardı. Daha yazacak o kadar çok şey var ki şimdilik bu kadarıyla kalsın.

Önceki ve Sonraki Yazılar