Bir düzen restorasyoncusu: Devlet Bahçeli
Kürt siyasetinin bazı kesimleri başta olmak üzere geniş bir çevrenin MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye olan ilgisinde dikkat çekici bir artış yaşanıyor. Bahçeli’ye olan hayranlıkları her geçen gün artan bu çevreler geçmişte de Erdoğan’a aynı duyguları besliyordu. Erdoğan’ın artık bir otokrata dönüşmüş olması onları başka arayışlara sürüklüyor. Şimdi dikkatle ve ilgiyle Bahçeli’yi radarlarına almış görünüyorlar. Bahçeli’nin yakın zamana kadar söyledikleri bu çevreler için ciddi rezervler taşısa da Erdoğan gibi bir otokrat karşısında Bahçeli’yi sürecin asıl katalizörü ve Erdoğan’ın aşırılıkları karşısında dengeleyici bir unsur olarak görmeleri ilginin asıl nedenini oluşturuyor. Demokrasinin iç dinamiklerden ziyade dış dinamikler sayesinde, toplumdan ziyade ancak devlet içinden bir kanadın zorlamasıyla geleceğine inanmış bu çevreler açısından Bahçeli’nin ipine sarılmak şaşırtıcı değil. Tıkanan ve Erdoğan tarafından ağırdan alınan süreç Bahçeli’nin ittirmesiyle ilerliyor gözüküyor. İmamoğlu’nun kesin ve inandırıcı deliller olmaksızın ve sadece gizli tanık beyanları esas alınarak tutuklanmasına yönelik ciddi eleştirilerde Bahçeli’nin ağzından çıkıyor. O zaman sormanın tam sırası: Bahçeli ne yapmaya çalışıyor?
Bahçeli’nin birden bire barış elçisi kesilmeyeceği konusunda tereddüt oluşacağını düşünmüyoruz. Bahçeli’nin liderliğini yaptığı geleneğin öncelikleri arasında bugüne kadar ne barış ne de demokrasi vardı. Bu gelenek tüm siyasi yaşamı boyunca ‘terör’ söyleminden beslendi. Gerçekte ise devlet katlarından aşağılara doğru inen bu söylemin asıl uygulayıcısı bu gelenekti. Sivil, demokratik ve özgürlüklerin hâkim olduğu bir ülkede siyaseten bir yaşam imkânı bulamayacaklarına inandıkları için olağanüstü hallerin ve pratiklerin daima destekçisi oldular. 12 Eylül öncesi ülkeyi baştan aşağıya etkisi altına alan iç savaşın arkasındaki gerçek destekleyici güç yine bu gelenekti. 12 Eylül’den sonra solun yükselişi ağır baskı ve işkencelerle durdurulup, Sovyet düzeninin çöküşü ile birlikte radikal sol siyasetteki ağırlığını yitirince bir süre bocalasalar da Kürt siyasetinin yükselişi aradıkları atmosferi önlerine getirmişti. Çok sevdikleri bölücülük, beka ve terör gibi sözcükleri dolaşıma sokmak için önlerinde mümbit bir toprak vardı artık.
Unutulmaması ve altının ısrarla çizilmesi gerekli olan şey MHP’nin bir devlet partisi olmasıydı. Hoş Türkiye’de devlet partisi olmayan parti var mıydı ki? Ancak Türkiye’nin siyasal kültürü ile devlet geleneği karşımıza şöyle bir manzara çıkartıyor; CHP yakın zamana kadar ordunun ve yüksek yargı bürokrasisinin bir partisiydi. Ordu Kemalist’ti ve yüksek yargı kendini rejimi korumakla mesul sayıyordu. MHP ise hep güvenlik bürokrasisinin partisi olarak kaldı. Partinin önceliği de kadrolarını devlette, ama öncelikle güvenlik bürokrasisinde bir yere taşımaktan ibaretti. Devlet katlarında oluşan bu iş bölümünün gerisinde soğuk savaşın mantığı vardı. Soğuk savaş ile birlikte devlet baştan ayağa yeniden yapılanmış ve öncelik güvenlik bürokrasisine verilmişti. CHP zihniyetindeki bürokratlar AKP iktidarında devlet katlarının zirvelerinden uzaklaştırıldı. MHP’li kadrolarda ciddi oranda tırpanlandılar, ancak güvenlik bürokrasisindeki ağırlıkları hiçbir zaman yok edilmedi. 15 Temmuz sonrasında ise cemaatten boşalan yerler yeri unsurlarla doldurulurken artık MHP’ye de özel kontenjanlar tahsis edilmeye başlamıştı. 15 Temmuz’un sadece Erdoğan için değil MHP için de ‘Allah’ın bir lütfu’ olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Devlet Bahçeli şimdilerde devletteki bu güçlü hizbin sözcüsü olarak konuşuyor, davranıyor. Erdoğan’ın iktidarını sürdürmek adına attığı adımların hem içeride hem de dışarıda Devlet’i risklerle, tehditlerle karşı karşıya bırakacağını öngörüyor. Çünkü Erdoğan önceliğini şahsi iktidarını sürdürebilmeye, ayakta tutabilmeye veriyor. Örneğin Öcalan’la başlatılan süreç Bahçeli açısından bölgesel gelişmelerin zorunlu bir sonucu. Eğer süreç başlatılmasa, Türk-Kürt ilişkileri güncellenmese ve Kürtler bölgesel planda Türk devleti ile yakınlaşmasa Bahçeli’ye göre bu vaziyet Devlet için büyük riskler barındırmaya açık. Bahçeli Erdoğan’ın gönülsüz olduğu bu süreci ne barış ne de demokrasi adına sahip çıkıyor. Onun önceliği bölgesel statüko çatırdarken, Kürtler çoklu alternatiflere sahipken devletin bu gelişmelerden olumsuz etkilenmemesi, kontrolü kaybetmemesi ve olayların peşinden sürüklenmemesi. Erdoğan’ın yegâne derdi Kürtlere verecekleri karşısında onlardan şahsi iktidarını sürdürmek için ne alacağıyken Bahçeli’nin önceliği devletin kontrolü kaybetmemesi, Kürtlerin başka alternatiflere yönelmemesi.
Aynı şeyi İmamoğlu ve 19 Mart hadisesi içinde söyleyebiliriz. Erdoğan iç ve dış şartların İmamoğlu ile CHP’nin tasfiyesi ve bir daha belini doğrultamayacağı bir coup d’eta için uygun olduğunu düşünerek bir hamle yaptı, ancak bu darbe halkın duvarına tosladı. Darbe CHP’nin siyaset tarzını köklü bir biçimde değiştirmeye zorladı. Kılıçdaroğlu’nun CHP’si iktidar vizesinin, ancak Devletin iknasından geçtiğine inanıyordu. Devletin geldiği noktayı ve CHP zihniyetinin tümüyle devletin dışına sürüldüğünü göremiyordu. Kılıçdaroğlu devlet ile karşı karşıya gelmekten imtina ediyordu. Dokunulmazlıklar ve mühürsüz oylar karşısındaki tavrı bunun delilidir. Kılıçdaroğlu için sokaklar bir politika mekânı olmadığı gibi kitleler de politikanın asli bir oyuncusu değildi. Politika sokakta değil mecliste yapılır, iktidarın hukuksuzlukları karşısında çare yine hukuk içinde aranırdı. 19 Mart darbesi bu zihniyet ile gidilecek bir santim bile yol olmadığını CHP liderliğine öğretti. Otokrasilere karşı direnebilmenin yegane aracı sokak üstünlüğünü ele geçirmekten geçtiği gibi hukuksuzluk karşısındaki yegane caydırıcı güçte kitlelerin inisiyatif almasından geçiyordu. Erdoğan’ın darbesini kurgularken hesap edemediği şey ile Kılıçdaroğlu’nun ısrarla kaçındığı şey aynıydı: kitlelerin yaratıcı enerjisinin politika sahnesine davet edilmesi.
Bahçeli’yi İmamoğlu dosyası ile ilgili olarak Erdoğan’ı uyarmaya da aynı şey zorluyor. Bahçeli yandaş medyanın bütün aleyhte propagandasına, gizli tanıkların basına servis edilen iddialarına rağmen kitlelerin İmamoğlu ile ilgili söylenilenlere inanmadığına ve Erdoğan’ın asıl derdinin muhaliflerini elindeki yargı gücü ile oyun dışına itmek olduğuna kanaat getirdiklerine ve bu sürecin artık ortaokul çocuklarını bile sokağa çıkarttığını, protesto ve gösterilerin her geçen gün yaygınlık kazandığını ve devletin kontrolü elinden kaçırdığı bir evreye doğru ilerlediğini görüyor ve ortağını uyarıyor. Erdoğan’ın yargı eliyle tertiplediği darbe ulaşmak istediği hedeflerine varamadığı gibi hiç öngörülmeyen sonuçlarda yarattı. Türkiye’deki tüm düzen siyaseti aslında kitlelerin siyasetten dışlanması üzerine kuruludur. Kitleler sadece seçmen olarak bir anlam taşır ve her beş yılda bir oylarını kullanır ve evlerine dönerler. Demokratik hak arama yolları kapalı olup sokağa çıkıp hak arayanların karşısına kolluk dikilir. Kolluğun hak arayanlar karşısındaki engelleyici tutumu kitleleri sokağa çıkmaktan ürkütür ve hak aramaktan alıkoyar. Siyaset onunla ancak mesleki düzeyde uğraşan ve profesyonelce yapanların uğraşıdır. Darbeler, cuntalar, işkenceler radikal siyasetle uğraşmayı riskli bir iş haline getirdiği gibi düzen parametreleri içinde yapılan siyasette ya kariyer olarak ya da bir zenginleşme aracı olarak yapılır. Kitlelerin siyasetle uğraşması ‘ayakların baş olması’ olarak görülür. Düzeni korkutan asıl şey işte ayakların baş olması ve halkın söz, yetki karar sahibi olarak siyaset sahnesinde boy göstermesidir. Bahçeli Erdoğan’ı İmamoğlu’nu tutukladığı için değil ayakların baş olmasına doğru giden bir süreci tetiklediği için eleştiriyor. Bir darbeyi eline yüzüne bulaştırdığı, İmamoğlu’nun tutuklanmasına halkı ikna edemediği ve eğer böyle giderse atacağı adımların düzeni sıkıntıya sokacağı için uyarıyor. Bunun gerisinde ne demokrasi aşkı ne de muhaliflerinin hukukuna duyduğu bir saygı var. Esaslı bir düzen siyasetçisi ve her daim devletinin elemanı olarak onu sıkıntıya sokan şey kontrolün elden kaçması.

