Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Akıl Tutulması

A+A-

Bütün muhalefet 14-28 Mayıs seçimlerine bir referandum anlamı yükleyerek hazırlanmıştı. Türkiye’nin resmi muhalefeti Erdoğancı rejime sandık yoluyla dur diyecek ve bir geçiş süreci sonunda yeniden parlamenter rejime dönüş yapacaktı. HDP’nin omurgasını oluşturduğu muhalefet güçleri ise Erdoğancı rejime son vererek üzerlerindeki devlet baskısını hafifletecek ve oluşan havanın da etkisiyle halk muhalefetinin önündeki baraj kapaklarını yıkmış olacaktı. Radikal muhalefet açısından ise seçimler Erdoğancı rejimin faşizme doğru kurumsallaşmasının önüne güçlü bir bariyer dikmiş olacaktı. Gördüğümüz gibi muhalefetin her biçimi seçimlere kendi özgül anlamlarını yüklemişti. Seçimler öncesinde herkesin beklentilerinin gerçekleşeceği yönünde aşırı iyimser bir hava oluşmuştu. Tarihin sesine kulak vermiş olsaydık böylesi bir aşırı iyimserliğe kendimizi kaptırmazdık. Çünkü Erdoğancı bir rejimin tasfiyesinin, ancak büyük sosyal mücadeleler sonucunda yıkılabileceğine kendimizi ikna eder ve bir seçim seferberliğinin bunun için yeterli olmayacağına inanırdık.  Hâlbuki seçimler için bir seferberlik havası oluşmuş olsa da muhalefet güçleri sosyal mücadeleleri bunun arkasına dizebilecek bir yoksundu.  Muhalefetin topyekûn beceriksizlikleri nedeniyle bu ortam kaçırılmış ve rejim üzerinde böylesi bir baskı olmadan seçimlere hazırlanacak bir konfora kavuşmuştu. 
Seçimler kaybedildi ve şimdi beklenti ne kadar yüksek idiyse yaşanılan hayal kırıklığı da o ölçüde fazla. Muhalefet öbeğinin resmi kanadı sadece sandık sonuçlarına odaklanarak bir seçim muhasebesi yürütüyor. Muhalefet yapma biçimleri düşünüldüğünde bunu normal kabul edebiliriz. Ancak bu davranış biçiminin Türkiye nesnelliğini idrakten bütünüyle yoksun olduğu düşüncesindeyiz. Muhalefet tek adam rejimi diye popülerleştirdiği rejimi anlamak, kavramak ve buna uygun bir strateji geliştirmek konusunda gerekli samimiyet ve dürüstlükten uzak davrandı. Erdoğan rejiminin kendini nasıl inşa ettiği üzerine uzun boylu bir fikir yürütmedi. Rejimin geldiği aşamada seçim kaybetmesini beklemek zaten sürpriz olurdu. Erdoğan rejiminin ise seçim kaybına asla tahammülü yoktu. 
Erdoğan rejimi karşısına çıkan güçleri hukukun ve siyasetin meşru yollarıyla tasfiye etmedi. Evet, görünüşte hukuka, yasal yol ve yöntemlere bir uygunluk vardı, ancak tüm bu tasfiyelerin ardında komploların, entrikaların ve hilelerin olduğunu kabul etmek kaydıyla. Erdoğan rejimi karşısındaki güçleri hukuku kullanarak, ama hukukun ardına bir komplocu mantığı yerleştirerek yok etti. Demokrasinin bir durak olduğu ve istenilen durakta inileceği önceden söylenmişti. 12 Eylül 2010’da yapılan ve yargının bağımsızlığını tümüyle ortadan kaldıran ve o zamanki cemaatin yargıya hükmetmesinin yollarını açan referandumda AKP’nin İstanbul İl Başkanı olan Aziz Babuşçu artık liberal yol arkadaşlarına ihtiyaçları kalmadığını söylemişti. Erdoğancı rejim sık sık ittifaklar değiştirerek, her ittifak ortağını kendi amaçları için kullanarak, yola getiremediklerini yargıyı araçsallaştırarak tasfiye etti. 
MİT kriziyle başlayan dönemde Erdoğan için asıl önemli olan devletteki ortaklarını tasfiye etmek ve devlet aygıtı içinde güç biriktirmekti. Seçimler onun devlete hükmetmesinin önündeki dikenleri temizlemesine hizmet eden bir araçtı. Cemaatten kurtulan Erdoğan kendini eski düşmanlarının ve tasfiye ettiklerinin kollarına attı. Onlarla taktik işbirliğini devam ettirebilmek için Dolmabahçe’de kurduğu masayı devirdi. Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi ve Erdoğan’ın 2014’deki ilk seçimi karizmasının sarsılmazlığı imajını tahkim etti. Bu sırada Erdoğan asıl hedefi olan başkancı rejime geçebilmek için fırsat kolluyordu. Devlet sınıfları Erdoğan’ın karizmasını kendileri için kullanışlı bir araç olarak gördü. Erdoğan meşrulukları için gerekli seçmen desteğini sunacak onlarda geçici bir ateşkesle Erdoğan’ı duçeleri olarak kabulleneceklerdi. Erdoğan’ın cemaat karşıtlığı ile devlet sınıflarından aldığı destek Türkiye siyasetindeki komplolara hız verdi. Siyasi komplolar ve yargının araçsallaştırışması ile resmi muhalefetin manevra alanı her geçen gün daha da daraltıldı. Kurumların özerkliği yok edildi. Yargı tümüyle militan kadrolardan oluşmuş bir topluluğa teslim edildi. Yargı AKP’nin beklentilerine uygun bir biçimde dizayn edildi. 
Görünüşte her şeyin yasallığa uygun biçimde yapılıyor olması resmi muhalefetin elini kolunu bağlıyordu. Muhalefetten anladıkları tek şey parlamentoda direniyor gibi yapmak ve işleri anayasa mahkemesine havale etmekti. Ama ne sayısal güçleri yasa yapmayı engelliyor ne de rejimin beka kaygısını kırmızı çizgisi haline getirmiş Anayasa Mahkemesi itirazları dikkate alıyordu. Erdoğan anayasa mahkemesine talimat verdiğinde, kararlarını tanımayacağını bildirdiğinde muhalefetin kıpırdayacak mecali kalmıyordu. Erdoğan, rejimi devlet sınıflarından aldığı destek ile keyfine göre dönüştürürken muhalefetin bunları engelleyebilecek gücü yoktu. Sandıktan aldığı güçle devlet aygıtına nüfuz eden, ele geçirdiği kurumlar aracılığıyla rakiplerini tasfiye eden, kanlı bıçaklı oldukları ile taktik ittifaklar yapmaktan kaçınmayan AKP her gelişmeyi gücünü daha da azamileştirmek için kullandı. İleride 15 Temmuz ile ilgili gerçekler daha çok ortaya çıktığında bugün işittiklerimizin buz dağının sadece görünen kısmı olduğunu daha iyi anlayacağız. Bugün süreci, yargılama dosyalarını titizlikle takip edenler buz dağının altında neler olduğunu görebiliyor. Erdoğan 15 Temmuz’un en sıcak saatlerinde bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu söylemişti. Rejimin biçimini değiştiren Nisan 2017 plebisitinde ise oyunun kuralları son saniyede değiştirilip mühürsüz zarf ve pusulalar geçerli sayılmıştı. Tarafsız gözlemciler yaklaşık 1,5 milyon oyun hileli olduğunu söylüyordu. Erdoğan atı alanın çoktan Üsküdar’ı geçtiğini söyleyecekti. Anayasa değişikliği ile Türkiye yen bir rejime, başkancı dediğimiz bir rejime geçiş yapmıştı. 
Muhalefet tüm bu kritik eşiklerde cesur davranamadı. Rejimin gözlerinin önündeki dönüşümünü elleri kolları bağlı seyretmekle yetindi. Eski rejim yıkılmış şimdi yeni bir rejim doğmuştu. Yeni rejim Erdoğan’ın şahsına bağlı bir rejimdi. Bu rejimi kurgulayanlar bile Erdoğan’ı merkeze alarak bir düzenlemeye gitmişti. Ama bu rejim kurulurken Türkiye rejimin dönüşümünü engelleyecek fırsatları da heba etti. Tarih böyledir. Herşey olup bittikten sonra tarihe baktığımızda sanki her gelişme bugüne hizmet etmek için olmuş gibi bir duyguya kapılırız. Halbuki tarih aynı zamanda kaçırılan fırsatlarla doludur. Erdoğan ve ardındaki güçler Türkiye’nin krizlerle bir o yana bir yana savrulduğu 10 yılı başkancı bir rejimi inşa için kullanırken memleket en azından üç büyük mücadele dalgası ile sarsılmıştı. İlki Gezi idi. Erdoğan ve çevresinin Gezi’den ne kadar korktuğunu ve rüyalarına bile girdiğini biliyoruz. Gezi’den bu kadar ağır cezalar çıkmasının nedeni bu korkudur. Gezi davası ile Türkiye’nin batısında yaşayan muhaliflere bir göz dağı verilmiştir. Resmi muhalefet ise Gezi’nin yarattığı rüzgara gözlerini kapatıp arkasından sadece timsah gözyaşları dökmüştür. İkinci büyük dalga Kobani olaylarıdır. Kürtler Kobani’nin düşme ihtimali karşısında ayağa kalkmıştır. Bu dalga geçtikten sonra fatura Demirtaş ve arkadaşlarına çıkartılmıştır. Rejim için bu ayağa kalkış bir kabusa dönüşmüş ve kriminalize etmek için yargıya talimat verilmiştir. Kobani Kürtlerin Gezi’ye verdikleri bir cevaptır. En sonunda işçi sınıfı tarih sahnesine çıkmış ve İzmit-Bursa-İstanbul ve Çorlu metal fırtınasına tutulmuştur. Metal işçileri grev yasaklarını dinlemeden fiili olarak greve çıkmış ve patronlara ve arkasındaki siyasi güçlere bir kabus daha yaşatmıştır. Erdoğan patronların desteğini almak için grevleri yasaklamış, en çok karı kendi döneminde yaptıklarını yüzlerine çarpmıştır. 
Muhalafetin hiçbir biçimi bu üç büyük sosyal mücadele dinamiğinden de gerekli dersleri çıkartamamıştır. Sarı yeleklilere duyulan hayranlık iç dinamiklerden esirgenmiştir. Resmi muhalafet kendi geçmişine dönüp bakmış olsaydı öncekilerin bu tür dinamiklerden nasıl yararlandığını görmüş olurdu. Özal ve Anap iktidarına son veren büyük madenci eylemi ve yürüyüşüydü. MC’lere son verip Ecevit’i iktidara taşıyan güç DİSK’di. Ama Türkiye’nin resmi muhalefeti her defasında muhalefetini parlamenter zemine hapsetti ve bu büyük mücadelelerin uzağında kalmayı tercih etti. O nedenle şu son on yıl Erdoğancı rejimin hamlelerine ve komplolarına sahne olduğu kadar onun iktidardan indirebilcek sosyal güçlerin sahneye inmesine neden oldu. O nedenle bu rejim boşlukta oluşmadı. Bir yığın imkanın heba edildiği süreç var geride. Yakın tarih aynı zamanda kaçırılan fırsatlarla da dolu. 
Bütün bunların neticesinde 2023’e gelindiğinde topyekun muhalefetinm elinde başkancı rejimi sandık dışında indirebilme imkanları tükenmişti. Sandığın arkasına dizilecek sosyal güçler ne sahnede ne de sahne arkasındaydı. Herkes seçimleri iple çekiyor ve pahalılıkla , depremle sınanmış iktidarın kaybedeceğini düşünüyordu. Bu hesabı yaparken rejimin kazandığı taktirde yenibir evlet biçimine geçiş yapacağını, artık Erdoğan’sız da yönetebileceği bir hazırlık içinde olduğunu göremiyordu. Kısaca akıl tutulması seçimden sonra değil çok önceden başlamıştı.

Önceki ve Sonraki Yazılar