İç Cephe
Daha Bahçeli DEM Parti sıralarına gitmemiş, Öcalan’la ilgili ‘umut hakkı’ tartışmasının fitilini ateşlememişti, ancak Erdoğan’ın konuşma metni yazarları ‘iç cephe’ lafını dolaşıma sokmaya karar vermişlerdi. İç cephe vurgusu Gazze savaşının başlaması ile beraber dolaşıma girmişti. İsrail’in pervasız saldırıları ile beraber Erdoğan İsrail’i hedef göstermeye başlamış ve her konuşmasında lafı döndürüp dolaştırıp iç cephenin güçlendirilmesi gerektiğine getirmeye başlamıştı. Türkiye’nin dışarıdan tehditlere açık hale geldiği vurgusunun tonu her geçen gün arttırılıyor ve muhalefet iç cephe çağrıları ile iktidarın politikalarına yedeklenmeye çağrılıyordu.
İktidarın iç cephe vurgusu samimiydi yoksa bu politika muhalefeti aldatmanın yeni bir sürümü müydü? Türkiye’de iktidarlar sıkıştıkları vakit beka kaygısına seslenmişler ve epeyce de alıcı bulmuşlardı. Beka söylemi içeriden gelen tehditlere yönelik bir algılama biçimiydi. Kuşkusuz iç tehditlerin dış uzantıları da vardı, ama tehdit somut olarak karşımıza iç dinamiklerin harekete geçirilmesi suretinde çıkıyordu. Hem siyasal iktidarlar hem de devlet aklı için beka söylemi bir yönetme stratejisi olarak oldukça kullanışlıydı. Her hak talebi beka kaygısını harekete geçiriyor ve bu talebin iç düşmanların işine yaradığı yaygarası koparılarak ya haklar öteleniyor ya da var olanlar budanıyordu.
Bir imparatorluk mirasçısı olan ülkenin hafızasında imparatorluğun hasta adam durumuna düşmesi ve açık işgale maruz kalarak milli mücadele ile bağımsızlığını elde etmiş olmasının yarattığı korkular, endişeler ve travmalar hala canlıydı. Bağımsızlığın elde edilmiş olması ve bu durumun dünyanın mazlum halklarına ilham kaynağı olduğu söylemi travmayı ortadan kaldırmak için yeterli olmuyordu. Çünkü Cumhuriyet ile birlikte kadim sorunları çözebilecek bir özgüven yerine sürekli paranoyalarla yönetilmeye layık görülen bir toplum tasavvuru hakim olmuştu. Türkiye toplumu sürekli bölünme paranoyaları ile özgüven yoksunu hale düşürülüyor ve reşit ve ergin bir toplum haline gelmesinin sürekli önüne geçiliyordu. Bu tercih edilen bir yönetme biçimiydi.
Demokrasi eğitiminden geçmiş bir toplum ilelebet bu zokaları yutmazdı. O nedenle Türkiye toplumu sürekli sıkıyönetimler ile olağanüstü hal rejimleri arasında salınıp duruyordu. Bu iki rejimde de demokrasi askıya alınıyor, temel hak ve özgürlükler sınırlanıyordu. Sürekli olağanüstü idareler altında yaşayan bir toplumda demokrasi eğitimi tamamlanamıyor, demokrasi tüm kural ve kurumları ile yerleşemiyordu. Rıza ile değil sopa ile yönetmeyi tercih eden siyasal iktidarlar açısından beka ve terör söylemi toplumu demokrasiden uzaklaştırmanın, devlet söylemi etrafında toparlamanın bir vasıtası haline getiriliyordu. Demokrasi eğitimi son derece yetersiz olan halkta bu söyleme prim veriyor ve tırnak içinde güçlü iktidarlar karşısında beka sorunsalından kurtulmanın rahatlığı ile kendini iktidar söylemine teslim ediyordu. Aslında söz konusu olan bir sürekli kriz idaresiydi. Toplumun mümeyyiz vasıflar edinmemesi için sürekli yeni düşmanlar icat ediliyor, eskiyenler tedavülden kaldırılırken yenileri bulunuyordu. Cumhuriyet tarihine yakından bir bakış bu söylediklerimizi doğrulayacaktır.
Solun olmadığı yerde Kürtlük, onun olmadığı yerde Dincilik icat edilen düşmanlardı. Dönemler, konjonktürler değişiyor, ancak düşman bir türlü ortadan kaybolmuyordu. Düşman icadı toplumu otoriter bir rejime iknanın, en iyi ihtimalle ‘düşük yoğunluklu bir demokrasiye’ razı kılmanın en etkili araçlarıydı. Topluma hesap vermekten kaçınan, ömürlerini halk desteğinden ziyade olağanüstü yöntemlerle uzatmaya karar vermiş iktidarlar açısından yeni düşmanlar icat etmek ve bu sayede seçmen desteğini sağlamak bir alışkanlığa dönüşmüştü. İktidarların siyasal söylemi de buna göre değişiyordu. Demokrasinin, hak ve özgürlüklerin ve sivil siyasetin dili yerini militarizme terk etmeye başladıkça iktidarların toplumla kurdukları ilişki de başkalaşıyordu. İç cephe vurgusunun giderek siyasal yaşamın merkezine yerleşmeye başlaması da bu değişimden bağımsız değil. Erdoğan’ın İsrail’i hedef göstererek düşmanlaştırmak suretiyle vurgusunu arttırdığı iç cephe lafzı da bir iktidar teknolojisinden bağımsız değil.
Muhalefetin eleştirerek olsa da bu söylemi benimsemesi iktidarın hanesine artı olarak yazılıyor. Çünkü ideolojik ve politik mücadele sözcükler üzerinden yapılır ve egemen fikirler daima değiştirerek söyleyecek olursak egemen gücün fikirleridir. İdeolojik mücadeledeki üstünlüğünüz kendi kavramlarınızı, söz dağarınızı siyasi hasımlarınıza ne kadar kabul ettirdiğiniz ile orantılıdır. Eğer hasmınızın kavramı veya sözcüğü ile düşünmeye başlamışsanız onun fikirleri de sizi ele geçirmiş demektir. Çünkü dil sadece zihni yansıtmakla kalmaz aynı zamanda kurar. Dil düşündüklerimizin yansıtıldığı bir uzuv olmaktan çok kendisi kurucudur. Nasıl konuşuyorsak öyle düşünür, hangi sözcüğü tercih ediyorsak o fikre yakınlık hissederiz.
İç cephe söyleminin muhalefetin dilinde de bir karşılık bulması iktidarın tüm yıpranmışlığına karşılık gücünü gösteriyor. İktidar kendi tercih ettiği kavram ve sözcükler ile muhalefetin zihin dünyasını belirliyor ve muhalefetin menzilini kısaltıyor. Eğer İsrail’in bölgede yapıp ettikleri Türkiye için gerçek bir tehlike oluşturuyorsa niçin iktidar halkı bu konuda bilgilendirmiyor ve tehlikenin boyutları konusunda aydınlatmıyor? Hadi diyelim bu işler öyle halkın önünde konuşulacak şeyler değil ise neden parlamento zemininde olanı biteni şeffaf biçimde dile getirmiyor? Bilindiği gibi bu konuda parlamento da bir kapalı oturum yapılmış ve Dışişleri Bakanı Meclisi bilgilendirmişti, ancak CHP genel başkanı kamuoyunun bildikleri dışında kendilerine hiçbir yeni bilgi verilmediğini söylemişti. Türkiye gibi ülkeler dış tehdit değerlendirmesini öyle günü birlik yapmazlar, yapamazlar. Bu konuda devletin bir kırmızı kitapçığı vardır. Türkiye’nin milli güvenlik siyaset belgesi ne zaman yenilendi ve kırmızı kitapçığa ne zaman İsrail öncelikli tehdit olarak yerleştirildi.
Üstelik Türkiye ile İsrail aynı batı sisteminin birer üyesi. Türkiye NATO üyesi bir ülke ve bütün stratejilerini bu ittifak ile uyumlu yapmak zorunda. İsrail’e en büyük korumayı NATO sağlarken nasıl oluyor NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olan bir ülke yani Türkiye ile İsrail birbirine düşmandır diyebiliriz. Bugün NATO ittifakı İsrail’e topyekûn destek veriyor ve bölgedeki hedeflerine ulaşması için her tür yardımı sağlıyor. Türkiye bu ittifakın neredeyse kuruluşundan beri içinde ve kararlar oy birliği ile alınıyor. Türkiye bugüne kadar hangi NATO kararına itiraz etti ve bu itirazını sonuca ulaştırdı. Bağlaşığı olduğu batı sisteminden bırakın kopmayı hiç bağımsız davranmayı aklından geçirdi mi? İsrail uçaklarına Kürecik’teki radardan İran’a ilişkin bilgiler akarken ve İsrail’in en büyük destekçisi Amerika İncirlik hava üssünden tüm bölgeyi kontrol ederken Türkiye’nin aklına bu üsleri kapatmak neden gelmez? O nedenle İsrail’in Türkiye’den toprak talep edeceği ve vadedilmiş topraklara ulaşmak için bir gün er geç karşı karşıya gelecekleri iddiası bir palavradan ibarettir.
İsrail ile Türkiye arasındaki sorun iç cephe martavalında anlatıldığından ibaret olmayıp bölgenin yeniden şekillenmesinde hegemonik gücün kim olacağı konusundaki rekabetten kaynaklıdır. Batı emperyalizmi bu rolü İsrail’e vermiş görünüyor. Yoksa İsrail NATO üyesi, batı sisteminin parçası bir ülkeyi ne bölmek ne de parçalamak peşinde, ancak onu bölgesel iddialarından uzaklaştırmak ve bir vasalitesi haline getirmek gibi niyetlere sahip. Türkiye’nin bunu engelleyebileceği yegâne yol Kürtler ile barışmaktan ve aralarındaki sorunları çözmekten geçiyor. İktidar mahfilleri eğer iç cepheyi sahiden güçlendirmeyi istiyor ise Kürtlerle barışır ve demokrasinin önündeki engelleri kaldırarak işe başlayabilir. Yoksa söyledikleri her şey tıpkı beka söyleminde olduğu gibi iktidarlarını ayakta tutmak için uydurulmuş palavralardan ibaret olacaktır.