Talih
Dünya Sistemleri Analizi'nin büyük kuramcısı Immanul Wallerstein 'kuşkusuz, bütün fırsatlarda olduğu gibi talih, ancak ona sahip çıkanların yüzüne güler' diyor. Talih yani baht veya kader veya kısmet, ancak ona sahip çıkıldığı taktirde yüzümüze gülebilir. Eğer kaçırırsak talih bir karabasan haline de gelebilir. Bu yüzden politika biliminin gerçek kurucusu saymamız gereken Macciavelli, politikada fortune'den yani talihten bahsetmişti. Bürokratik politikanın kesinliğe dayalı beklentileri yerine fortune'nin açık uçluluğunu savunmuştu. Politikayı bürokratikleştirenler varsayıma, açık uçluluğa kapalıdır. Olasılığın tümüyle dışlandığı, kesinlik arayışının mutlaklaştırıldığı bir dar görüşlülüğün içine yerleşirler. Ve bu nedenle olasılıkları hesaba katmaz, fırsatlara gözünü dikmez ve kaçan talihi seyretmekle yetinirler.
100 yıl evvel Türkiye'nin de içinde yer aldığı coğrafyanın kaderi Kürtlüğü dışlayarak, statükosuzluğu kalıcılaştırmak üzerine kurulmuştu. Kürtlük parçalara ayrılmış, harmonisini kaybetmiş ve her kafasını kaldırdığında bölge devletlerinin anti-Kürt ittifakını karşısında bulmuştu. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte bu statükoda çatırdamaya başlamıştı. Saddam Kuveyt'i işgal ettiğinde soğuk savaşın yarattığı dengenin ortadan kalktığını, işgale göz yumulabileceğini, en kötü ihtimal İran'a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Arapların arkasında durabileceğini hesaplamıştı. Ama, Amerikan gücünün hegemonik gerileyişini ve enerji ile nakil hatlarının kontrolünün temel stratejik tercihi haline geldiğini görememişti.
Irak'ın başındaki diktatörün hesapsızlığı 'suni dengelere' dayalı statükonun çatırdamasını beraberinde getirdi. Irak'ın parçalanmasından aslan payını İran aldı. Bölge üzerindeki ağırlığı arttı, kendine yönelen tehditleri yönlendirdiği vekil güçler aracılığıyla daha ülkesine gelmeden bertaraf edecek bir stratejiye geçti. İran gücünün doruğuna ulaştı. Kürtlerin statkosuzluğu üzerine kurulan düzenin dayanağı olan iki ülke vardı. Bunlar Türkiye ile İran idi. Ne Irak'ın ne de Suriye'nin gücü bunun için yeterli değildi. Türkiye'nin İran ile sınırı Osmanlı ile Safeviler arasındaki asıl nedeni hakimiyet, ama görünür nedeni Sünnilik ve Şiilik olan savaşlar sırasında çizilmiş ve kalıcılaşmıştı. Üstelik bu sınır sorunsuzdu ve Misak-ı Milli ülküsü ile ilgili bir yanı da yoktu. İran ile Türkiye İran devrimine kadar Batı emperyalizminin bölgedeki en sadık müttefikleri, en güvenilir dostlarıydı. İran devrim ile beraber Şiiliği emperyal tasarımları için yeniden işlevselleştirmeye başladığında Türkiye ile karşı karşıya gelebilirdi, ama aralarındaki anti-Kürt ittifak bölgesel rekabetten bile daha etkili bir tutkaldı.
Şimdi İran'ın bölgesel vekil güçleri ölümcül darbeler aldı ve İran artık bu güçleri kullanabilecek dayanaklardan yoksun kaldı ve kendi derdine düştü. Emperyal İran kendini korumanın, içeride bir kargaşadan uzak durmanın derdinde. Batı emperyalizmi Türkiye ile İran arasındaki rekabeti körükleyerek olası bir müdahalede Türkiye'yi kullanmak isteyecektir. İran'ın yaşadıklarının Türkiye'yi yönetenleri üzdüğünü söyleyemeyiz. En güçlü rakibiniz kendi derdine düşmüşken buna sevinmeyip de ne yaparsınız? Türkiye'yi yönetenlerin sevincini kursağında bırakacak tek şey anti-Kürt ittifakın en sağlam dayanağının iç krize sürüklenmesi ve İran'da yaşanacak bir kargaşadan Kürtlerinde yararlanmasıdır. Çünkü tek başına Türkiye'nin gücü bölgesel statüko dağılırken Kürtlüğü statükosuzluğa mahkum etmeye yetmeyecektir.
Halbuki Türkiye'yi yönetenler statükonun bozulmasını, İran'ın büyük kaybetmesini bir fırsata çevirebilir, talih yüzlerine gülebilirdi. Ancak tarihsel korkuları ve yönetme biçimi konusundaki takıntıları nedeniyle talihe sırtlarını çevirmiş gibi görünüyorlar. Tarihsel korku o kadar derinki adeta gözlerine bir mil çekiyor ve önlerindeki talih kelebeğini bile görmelerini engelliyor. Çünkü bu bir hakimiyet ilişkisi her şeyden önce ve bundan bir türlü vazgeçemiyorlar. Devlet yapısı ve toplumsal ilişkiler bütünüyle bir başka halkın dışlanması, dilinin kimliğinin inkarı üzerine kurulmuş. Türk halkı bu hakimiyet ilişkisi sayesinde zehirlenmiş ve bir akıl tutulmasına uğramış. Dile kolay bir hakimiyet ilişkisinden bahsediyoruz. Barış Ünlü buna 'Türklük Sözleşmesi' diyordu. Bu yüzden önüne gelen talihi bile görmekten aciz.

