Türkiye neyi özlüyor
Son aylardaki iki ölüm geniş yığınları birleştirdi ve bir araya getirdi. Bunlar kendiliğinden, hasreti çekilen bir duygunun harekete geçirdiği beraberliklerdi. ‘Ölünün arkasından konuşulmaz’, ‘ölülerinizi hayırla anınız’ kadim bilgeliğinin de eseri yoktu bu toplanmalarda. Halkı harekete geçiren hissiyat, büyük bir sıkışma içerisinde yaşarken, özlemi çekilen şeylere duyulan hasretti aslında. Türkiye’de kitleler üzerlerindeki ölü toprağını silkeliyor ve fırsat bulduğu her ortamda geniş kalabalıklar halinde yan yana geliyor. Ölüler sadece buna vesile oluyor. Kuşkusuz bu yan yana gelişler ölülerin geride kalanlara bıraktığı mirastan bağımsız değil. Çünkü ölüler mahrum bıraktıkları ile yaşayanları harekete geçiriyor, yokluklarına alışmamalarını telkin ediyor. Onlar toplumun hasretini duyduğu değerleri yaşantıları ile kuvveden fiile dönüştürmemiş olsalardı eğer, bu kadar kalabalığı bir araya getiremezlerdi.
Aslında toplum ölülerin ardına dizilerek kendi yolunu bulmaya çalışıyor. Ölülere gösterilen sahici saygının ardında böyle büyük bir özlem var. Onların ardından duyulan üzüntünün arkasında ne makamları ne de siyaset kurumunun onlara gösterdiği ilgi bir yer kaplıyor. Siyaset kurumunun gösterdiği ilgi ve alakanın ötesinde bir durum yaşanıyor. Toplumsal sorunlara en ilgisiz görünenler, siyasal meselelerden çabuk sıkılanlar bile ilgi gösteriyor, üzüntü bildiriyorsa ve kendiliğinden sokaktaki insanı harekete geçiren bir duygu seli oluşuyorsa memleket ahvalinde de bir şeyler değişiyor demektir. Çünkü ölüm sadece hayatta olanlardan ayrılış, dini bir ritüel olmayıp her şeyden önce değişik okumalara açık, kendiliğimiz üzerine yeniden düşünüştür. Ölümlerinde tarihselliği vardır.
Türkiye toplumu bir kavşakta bulunuyor. Ya özlemini, hasretini çektiği insanca bir düzende yaşayacak ya da içinden çıkmayı bir türlü beceremediği zilleti kanıksayacak. İlk kavşak bizi yaşadığımız zillet halinin artık kalıcılaştığı, kurtulmanın neredeyse imkânsızlaştığı bir yere doğru savururken ikincisi tüm yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz, dersler çıkarmayı becerdiğimiz ferah bir yere kavuşturacak. Bu yola girmeyi başardığımızda ilk kez kendimiz olacağız. Tüm farklılıkların bir zenginlik sayıldığı, suni kutuplaşmaların tutsağı olmaktan kurtulduğumuz, kimsenin duyuşu, düşünüşü nedeniyle horlanmadığı ve dışlanmayacağı bir yere ulaşacağız. Çelişkilerimiz sona ermeyecek, çatışma konuları büsbütün ortadan kalkmayacak, ancak demokratik bir olgunluk içinde konuşacağız, tartışacağız ve birbirimizi ikna edeceğiz. Bir avuç egemenin, bu toplumu bölen, ayrıştıran ve çoğunluğu hasım yaparak iktidarını sürdürenlerin keyfiyetine son vereceğiz. Sağlam, güvencelere bağlanmış hukuki ve siyasal bir zeminde barışacağız, kardeş olacağız. Ölülerimiz bize bunu öğretiyor çünkü.
Yakın zamanda yitirdiğimiz Sırrı Süreyya Önder imtiyazlar içine doğmuş bir Türk olarak sırf doğuştan edindiği her şeyi elinin tersiyle itme bilgeliğini gösterebilmiş ve kendini Türk-Kürt kardeşliğine adamıştı. Kardeşlik için gerçek bir barışın ve tam bir demokrasinin sağlanması gerektiğine inanıyordu. Kürtler başta olmak üzere tüm ezilenler haklarını almadan, rejim bir demokratik cumhuriyete dönüşmeksizin kalıcı barışa ulaşmanın zor olduğunu düşünüyordu. Ama bu zorluk onu yıldırmadığı gibi yolundan da döndürmedi. Bu uğurda asıl yapmak istediklerini yapamadan, bin bir hakarete ve kara çalmaya uğramasına rağmen yılmadı, pes etmedi. Çünkü akan kanın durması, silahların susması ve barışa bir fırsat verilmesi canından dahi kıymetliydi. Savaşmaya alışmışlar, barışın bu ülkeye neler kazandıracağı üzerine beş dakika düşünmemiş olanların bu soylu çabaları anlayabilmesi zaten mümkün değildi. Ancak onlar anlamasa da dağda veya askerde çocuklarını kaybedenler, her gün gelecek kötü bir haber nedeniyle gözlerine uyku girmeyen analar bilirdi bu soylu çabaları. Sırrı Süreyya’nın ölümü taş yüreklileri bile kendine getirdi, insanlıklarını hatırlattı.
Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeybek’in ölümü de yürekleri dağladı. Hastanede kaldığı kısa sürede adeta bir sevgi seli oluştu. Ölümü ile bir şehir değil tüm ülke yasa boğuldu. Zeybek’in ölümü çok dramatikti. Hem çok genç hem de ölümüne bir kazanın sebebiyet vermesi kaybını daha da katlanılmaz kılıyordu. Ancak daha görev süresinin on dördüncü ayında kalpleri kazanmayı başarmış, zihinlere yerleşmiş. Demek samimiyetine tüm kenti inandırmış. Şehrin neredeyse tamamının cenaze töreninde olmasının sırrı yalnızca ölüm biçiminin trajik olmasından kaynaklanmıyor. Samimiyeti, ulaşılabilirliği, yalana ve talana kısa sürede son vermesi ile gönülleri kazanmış, inandırmış. Siyasete yalan ve dolan hâkimken, siyaset asıl olarak bir zenginleşme aracına dönüşmüşken kendin kalabilmek ve güç odakları karşısında geri adım atmamak işte her şeyin sırrı burada yatıyor. Halk bunu bir kez gördüğünde hangi partiden olduğunuzun da bir önemi kalmıyor. Çünkü halk asıl buraya bakıyor.
İki ölüm. Her ikisi de kalabalıkları harekete geçirdi, milyonları üzüntüye boğdu. Sırrı Süreyya bir Türk olarak imtiyazlardan vazgeçebilmeyi ve dünyasını yoksullar ve ezilenler ile doldurmaya karar vermişti. Devlet katlarında onların hakkını, hukukunu arıyor ve Türkiye’nin büyük barışı için çalışıyordu. Yüreği dayanamadı, kalbi iflas etti. Ferdi Zeybek ölümündeki trajediye rağmen gençliği ve samimiyeti ile milyonları harekete geçirdi, üzüntüye gark etti. Gençliğin enerjisini, samimiyet ve liyakat ile birleştirdi. Halk her ikisinde özlemlerini, yarınlarını gördüğü için yas tuttu, yokluklarına isyan etti. Halk arıyor, ölülerini yalnız bırakmıyor, ama asıl aradığı kendi yarını, geleceği.