45.Yılında 12 Eylül'e Dair Yalanlar, Klişeler
Ezilenler cephesi olarak 12 Eylül'ü yalnızca başımıza gelmiş bir felaket değil kaçırdığımız büyük bir fırsat olarak değerlendirmeyi becerip becerememek bugünde varoluşsal bir sorundur. Solun ağır yenilgisi karşısında 12 Eylül elbette bir felakettir. Ortaya çıkardığı insani bilanço ortadadır. Yüzbinlerce insan gözaltına alınmış, onbinlercesi tutuklanmış, onlarca insan asılıp idam edilmiş, yüzlercesi işkence altında ölmüş, işkence yaygın ve sistematik bir hal almış, siyasi partiler, sendikalar kısaca toplumun tüm örgütlü yapıları dağıtılıp yasaklanmış ve ortalığı adeta bir ölüm sessizliği almıştır. Bu durum bir felakettir, ama kaçırılan büyük bir fırsatın getirdiği bir felakettir. Fırsat değerlendirilmiş olsaydı eğer, aynı şeyi bu toplumun başına saranlar yaşayacaktı. Çünkü 12 Eylül bir karşıdevrimdir.
12 Eylül'de ezilenlerin yaşadığı herşey, başlarına devrim cephesinin kaybetmesi nedeniyle geldi. Çünkü ülke giderek temposu yükselen bir iç savaş ortamında ve devrimci durum dediğimiz yönetenlerin eskisi gibi yönetemeliği yönetilenlerin ise eskisi gibi yönetilmek istemediği bir halde yaşıyordu. Devrimci durum çok uzun sürmez. Karşı karşıya gelen sınıflardan biri mutlaka diğerinin bileğini bükecek ve artık çıplak zor ile yönetmeye başlayacaktır. Bu evreye ya faşizm ya da diktatörlüğün bir biçimi denk düşecektir. Türkiye'de bu evre Türk solunun çoğunluğunun söylediğinin aksine faşizm olarak değil bir askeri diktatörlük olarak yaşanmıştır. Devrimci durumun yarattığı iki sınıfın karşı karşıya gelmesine, zor aygıtı tekelini elinde bulunduran devletin en örgütlü, en kalabalık, emir ve itaate en yatkın kurumu olan ordu el atmış ve devrimci krizi tekelci kapitalizmin en organize gücü olan büyük burjuvazinin çıkarları doğrultusunda çözüme kavuşturmuştır. Tüm güçleri ile bir antifaşist cephe altında birleşemeyen ve bir iktidar stratejisinden yoksunlukla malül ezilenler cephesi, 12 Eylül askeri diktatörlüğüne karşı yaygın, sistematik kitlesel bir karşı koyuşu örgütleyemediğinden yenilgisi büyük olmuş ve 12 Mart sonrasında yaşanılana benzer bir umut dalgası ortaya çıkamamış ve yenilgi bir süre sonra kanıksanmıştır.
12 Mart 71 devrimciliğini katletmiş, ancak istediği düzeni kuramamıştı. 71 devrimcileri savaşırken yenilmiş, ama yenenler sadece bir pirüs zaferi kazanmıştı. 75-77 arasında mahalleler bölünmüş, herkes kurtarılmış alanlarına çekilmiş ve devlet iktidarı yekpareliğini yitirmişti. Kağıt üzerinde egemenliği altındaki toprak parçası üzerinde mutlak iktidara ve tüm şiddet aygıtları üzerinde mutlak bir güce sahip olması ile vasıflandırılan devlet otoritesi bu özelliklerini kaybetmiş ve ortaya bölünmüş bir iktidar konfigürasyonu çıkmıştı. Ülkeyi Milliyetçi Cephe iktidarlarının yönettiği bu dönemde toplum fragmanter bir parçalanma yaşamış ve ileride ortaya çıkacak büyük bir savaş için herkes kendine egemenlik kurduğu bölgeler yaratmaya başlamıştır. Bu bölgelerde devlet iktidarı kaybolmuş ve kendini yöneten dinamikler ortaya çıkmıştır.
Maraş ve onu takip eden diğer katliamlarla birlikte ülke tam anlamıyla bir iç savaş ortamına girmiştir. İç Savaş devlet otoritesinin artık egemen olduğu toprak parçası üzerindeki iktidarının kontrolünü yitirdiği, sivil unsurların alternatif olarak ortaya çıktığı, bazı bölgelerin devlet kontrolünden tümüyle çıktığı, silahlı örgütlü yapıların kendilerine egemenlik sahaları inşa ettiği, karşılıklı olarak yaygın silahlı çatışmaların sürdüğü ve hayatı idame ettirmenin artık bu güçlerden birine sığınarak sürdürülebildiği bir dönem demektir. Ülke toprağı üzerinde silahlı olarak donanmış başka güçler vardır artık. Devletin norm dışı gücü olarak daha da sivrilen ve bütün devlet yapısını nüfuzu altına almak isteyen Kontrgerilla, aşağıdan ve yukarıdan bir faşist diktatörlüğe geçiş için manevralar yapan bir faşist hareket ve bunların karşısında dağınık, ama yaygın ve zinde bir devrimci hareket. Türkiye'nin 12 Eylül öncesindeki manzarasına asıl olarak bu güçler damga vuruyordu.
Burjuva siyasal düzeni büyük bir kriz içine girmiş, karşılıklı güvensizlik had safhaya sıçramış, toplumdaki bölünme doğrudan siyasal alana yansımış ve ülke olağan siyasal meşruiyet çerçevesinde yönetilmekten çıkmıştı. Ülke bir devrimci kriz ortamında ve devrimci bir durum altında yaşıyordu. Olağan koşullarda böylesi bir iç savaş, ancak devrimden sonra ortaya çıkabilirdi. Ancak Türkiye'de güçlü bir faşist hareket vardı ve bu hareket kendi özgün iktidar stratejisine sahipti. Elbette NATO gladyosu ve onun içerideki uzantısı Kontrgerilla ile yaygın ilişkilere sahipti, ama tümüyle de bunların bir uzantısı, taşeronu değildi. Devletten de bağımsız, kendi özgün bir iktidar stratejisi vardı. Onun devlet içindeki uzantılarının, personelinin olması bu söylediklerimizi sadece teyit eder. O nedenle sonradan yapıldığı gibi olan bir kardeş kavgasıydı ve herşey bir büyük gücün yönlendirmesi altındaydı demek olanı biteni anlamamak ve politik olarak zır cehalet demektir.
Ne kardeş kavgası vardı ne de ipleri elinde tutan bir güç herkesi yönetiyordu. Yenilgi sonrasında yaptıklarından nedamet duyan, böyle bir kavgaya niçin girdiğini bilmeyen ve yönetememe krizine sebebiyet veren siyasetçiler kendilerini haklı çıkarmak için böyle bir söyleme sarıldılar. Ortada bir devrimci durum ve gerçek güçlerin bir sınıf mücadelesi vardı. En örgütlü, silahlı üç güç de devrimci durumun yarattığı krizi sınıf çıkarları doğrultusunda kendi lehlerine çözmek istiyordu. Faşist Türkeş bir faşist darbe ile iktidarı almak istiyordu. Burjuva siyasetçiler içerisinde ne yaptığını en iyi bilen oydu. Beceriksiz Ecevit halk sınıflarını gerçek bir güç haline getirip faşist iktidar seçeneğini tam anlamıyla ortadan kaldıran reformist bir iktidar stratejisinden yoksundu. Olayların peşinde sürükleniyor ve devrimci hareketi hedef gösteriyordu. Devrimci hareket ise devrimci durumu bir devrime dönüştürecek öznel yeterlilikten yoksundu. Yaygındı, ama güçleri dağınıktı, etkiliydi, ama elinin altındaki güçleri bir devrim için seferber edecek kadar örgütlü değildi.
Bu iç savaşı burjuvazi lehine sonuçlandırmak, alacağı büyük riskleride hesaplayarak, başlangıçta attığı her adımı ürkekçe atarak kapitalist devlet aygıtının en organize, örgütlü kurumu orduya düşecekti. Çünkü ordu karşısındaki güçlerin nasıl bir cevap vereceğini kestiremiyor, böyle bir hamlede bulunduğunda kendi içinde yaşayabileceği dağınıklıktan endişe ediyordu. Ordu Demirel'in dediği gibi şartlar oluşsun ve tereyağından kıl çeker gibi geleyim diye beklemedi. Bu tipik bir Demirel aldatmacasıdır. Kendini haklı çıkarma girişimidir. Ordu bir belirsizliğin içine sürüklenmekten, devrim cephesini büyümekten korktuğu için bekledi. Ancak Afganistan, İran hadiseleri yaşanıp Türkiye'nin de düşmesi gündeme geldiğinde emperyalist sistem elinin altındaki en organize güçle bu riski almaya karar verdi.

